Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

Yirmi Altıncı Bölüm: İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

26.1. AHİRETE İMAN ETME DAVETİ

26.1.1. Kureyşlilerin Ahiret Akidesini Akıl ve Mantıktan Uzak Saymaları

26.1.2. Ahiret’ten Şüphe Edenlerin Düşünceleri

26.1.3. Ahiret’i İnkâr Edenlerin Görüşleri

26.1.4. Ahiret’in Mümkün Olduğuna Dair Deliller

26.1.5. Ahiret’in Gerekli Olduğuna Dair Deliller

26.1.6. Ahiret’i İnkâr Etmenin Ahlâki Sonuçları

26.1.7. İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır

26.1.8. Karar Günü

26.1.9. Allah Her İnsanın Yaptıklarından Haberdârdır

26.1.10. Allah’ın Mahkemesinde İnkâr Edilmez Deliller Sunulacaktır

26.1.11. Âhiret’te Kimse Kimseye Yardımcı Olmayacaktır

26.1.12. Konunun Özeti

26.2. AHLÂK VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER

26.2.1. Ahlâk İle İlgili Bazı Temel Gerçekler

26.3. CEHÂLET VE DALÂLETİN SEBEPLERİ

26.3.1. Ataları Körükörüne Taklit

26.3.2. Büyük Adamları ve Din Adamlarını Yanlış Taklit

26.3.3. Gurur ve Tekebbür

26.3.4. Dünyada Zenginlik ve Fakirliği Hayır ile Şer’in Karşılığı Olarak Kabul Etmek

26.3.5. Nefse Hizmet, Kıyas ve Tahmine Bağlılık

26.3.6. Kötülüğü Marifet Sanmak ve Bâtıl’dan Memnun Olmak

26.3.7. İyilik ve Hakka Bağlanmakla Dünyadaki Hayatın Zehir Olduğu Yolundaki İnanç

26.3.8. Şefaat İle İlgili Müşriklerin İnancı

26.4. İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ

26.4.1. Hz. Adem (a.s.)’in İki Oğlu

26.4.2. Hz. Nûh (a.s.) ve Kavmi

26.4.3. Ad Kavmi ve Hz. Hûd (a.s.)

26.4.4. Semûd Kavmi ve Hz. Salih (a.s.)

26.4.5.. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kavmi

26.4.6. Hz. Lût (a.s.) ve Kavmi

26.4.7. Hz. Yusuf (a.s.)’un Hikâyesi

26.4.8. Hz. Şuayb (a.s.) İle Medyen ve Eykeliler

26.4.9. Hz. Musa ve Firavun

26.4.10. Tarihten Diğer Örnekler

26.4.11. Kur’an-ı Kerim’de Eleştirilmiş ve Kınanmış Olan Kötülükler

26.5. ANLAMLI VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER

26.5.1. Güzel Ahlâk ve Faziletle İlgili Emirler

26.5.2. İnsanların Felâh Bulmasının Dört Ana Şartı

26.5.3. Kur’an-ı Kerim’de Sabır Kavramı

26.6. EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU

26.6.1. İnsanlar Aynı Hamurdandır Üstünlük Ölçüsü İse “Takvâ”dır

26.6.2. Bu Ebedî Kural ve Hakikat Ahirette de Geçerli Olacaktır

26.6.3. İslam Ümmeti

26.6.4. İslâm Ümmetinin Evrenselliği, Ezeliyyet ve Ebediyyeti

26.6.5. İslam Ümmetinin Terkibi (Yapısı)

26.6.6. Bir Dâvet ve Hareketin Bayraktarı Olan Ümmet

26.6.7. Müslümanların, Dünya Liderliğine Yükselmeleri

26.6.8. İslâm Ümmeti’nin Vasıfları

26.6.8.1. Fedakârlık Duygusu

26.6.8.2. Kâfirlerle Müslümânların İlişkisi

26.6.8.3. Hiç Kimse İçin İman Feda Edilmez

26.6.8.4. Kâfirler İçin İstiğfar Yasaktır

26.6.8.5. Kâfir ve Müşriklerle Evlilik ve Veraset Gibi İlişkiler Kurulmamalıdır

26.6.8.6. Kâfirler İki Türlüdür ve Bunlara Farklı Muamele Yapılmalıdır

26.6.9. İslâm Ümmetinin Gerçek Durumu

26.6.9.1. Hizib

26.6.9.2. Ümmet

26.6.9.3. Cemaat

26.6.10. Millî ve Evrensel Ümmet Arasındaki Fark

26.7. PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK

26.7.1. İslâmî Hareket’in Kendine Mahsus Metodu

26.7.2. Bu Metod ve Çalışmanın Önemi

26.7.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Davet Şekli

26.7.3.1. Tevhid Kavramının Geniş Anlamı ve Önemi

26.7.3.2. Bu Metodun Başaralı Olmasının Sebepleri

26.7.3.3. Ehil ve Faydalı Kişilerin Seçimi ve Eğitimi

26.7.3.4. İslâmî Davet’in Yayılmasının Sebepleri

26.7.3.5. Hz. Peygamber (a.s.)’in Siretinin Muazzam Tesiri

Yirmi Altıncı Bölüm: İSLÂM’A DAVETTE AHİRET İNANCI VE EVRENSEL İSLÂM ÜMMETİNİN KURULUŞU

26.1. AHİRETE İMAN ETME DAVETİ

İslâmi davetin dördüncü maddesi insanların ahirete iman etmelerini sağlamaktı. Bu basit bir madde değildi, aksine pek çok önemli konuları kapsıyordu. Bütün bu konularda iman sahibi olan bir kişiye ahirete iman söylenebiliyordu. Bu hususları şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi, insan bir hayvan değildir ki, hayatının hiçbir manası ve ga­yesi olmasın. İnsan sorumsuzca hayat sürmek için yaratılıp dünyaya gön­derilmemiştir. İnsan keyfî hareket edemez ve kimseye hesap vermeyeceği bir tavırla yaşayamaz. Aksine bu dünya bir imtihan yeridir. İnsan buraya bu imtihana katılmak ve başarılı olmak üzere gönderilmiştir. İnsan burada söylediği her sözün ve yaptığı her işin hesabını Rabbi’ne vermek zorun­dadır.

İkincisi, Cenâb-ı Allah imtihanın bitim ve neticenin açıklanması için belli bir süre tanımıştır. Cenab-ı Allah, insanların dünyada kalmaları için ne kadar mühlet vermişse, onun bitiminde kıyamet olacaktır. Her şey yok olacak, yıkılacak ve yerle bir olacaktır. Bundan sonra ikinci bir safhaya geçilecektir; İnsanlar ve hayvanlar yeniden diriltilecek ve onlar yeni bir dünyada yaşayacaklardır. Dünyanın kuruluşundan kıyamete kadar doğan ve ölen herkes bu devrede dirileceklerdir. Bu yeni dünyada ve nizamda hayat, dünyamızdaki gibi geçici değil, ebedi olacaktır. Öbür dünyada hiç­bir canlı bir daha ölmeyecektir.

Üçüncüsü, kıyametin gerçekleşmesinden sonra diriltilen bütün İnsanlar, Allahu Teâlâ’nın huzuruna çıkacaklardır. Allah’ın mahkemesinde her­kes bireysel olarak dünyadaki amelinin hesabını verecektir.

Dördüncüsü, dünyada İnsanlar çeşitli şartlarda ve durumlarda yaşayıp ölmüş olabilirler. Bazıları haksız yere mal-mülk, şan ve şöhret sahibi olabilirler. Bazıları da hakkettikleri mevkiye, maddi ve manevî rahatlığa ka­vuşmamış olabilirler. Cenabı Allah bütün bunları biliyor ve melekleri va­sıtasıyla hayatlarının her anını kayda geçirtiyor. O bütün gerçekleri bütün çıplaklığıyla biliyor. Kimin haklı kimin haksız olduğunu da çok iyi anlı­yor. O, herkesin amel defterini hazırlatmıştır ve hak ve adalet yerini bula­caktır. Kim hangi durumda ve ne şekilde olursa olsun, ister gizli, ister açık olsun, kimi sadece düşünmüş ve niyetini bozmuş olsun, ya da iyi bir iş yapmaya karar vermiş olsun, Cenabı Allah bütün bunları biliyor ve bunların lehinde ve aleyhinde deliller de toplatmıştır. Onun için Mah­şer’de ilâhî adalet tecelli edecek ve her şeyiyle iyisiyle, kötüsüyle, güna­hıyla, sevabıyla, yerli yerine oturtulacaktır.

Beşincisi, Allah’ın mahkemesinde hiçbir rüşvet, tavsiye, torpil ve ya­lan şahitlik mümkün olmayacaktır. Kimse kimsenin günahını azaltamayacak, kimse kimseye yardımcı olamayacaktır. Herhangi bir tanıdık, dost, yakın ve hatta akraba zor durumda olan birini kurtaramayacaktır. Allah’ın izni olmaksızın gerçek ve hayali hiçbir varlık başka biri için şefaatte bulu­namayacaktır. Allah’ın yüce mahkemesinde herkes yalnız olacak ve yaptık­ları veya yapamadıklarının hesabını verecektir. Kararı da sadece Allahu Teâlâ verecektir. O ne isterse yapabilir, kimse karışamayacaktır.

Altıncısı, Allah’ın vereceği kararın kıstası ve ölçüsü tamamıyla insa­nın kendi ameli olacaktır. Yani mahkemede bir insanın peygamberlerin gösterdiği Hak yolundan gidip gitmediği araştırılacaktır. O insanın Al­lah’tan korkarak O’na iyi kulluk yapıp yapmadığı, ahirette vereceği hesabı düşünerek dünyada hayat sürüp sürmediğine bakılacaktır. Eğer dünyadaki yaşantısında ahiret için sermaye toplamışsa elbette ki Cennet’e gidecektir. Ama dünyada ahireti unutmuş ve her şeyi nefsi için yapmış ise onun yeri Cehennem’dir.

Ahiret akidesinin belli başlı unsurları işte bunlardır. Bu da, Tevhid, Risâlet ve Kur’ân-ı Kerim gibi İslâmi davetin önemli ve ayrılmaz parçasıy­dı. Zaten İslâm, insanları öyle bir düşünce ve eylem alanına çağırıyordu ki burada ahirete iman etmeden bir adım bile atmak mümkün değildi. İslâmî davete evet diyenin bu dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul etmesi tabia­tının gereğiydi. Onun bir gün Cenab-ı Allah’a yaptıklarının hesabını ver­mesini bir an bile aklından çıkarmaması gerekiyordu. O, hayatın sadece dünyadaki hayattan ibaret olmadığını gerçek ve ebedi hayatın ölümden sonra başladığını, bu dünyada yapılan iyilik ve kötülüklerin karşılığının öbür dünyada mutlaka verileceğini bilmeliydi. Zaten ahiret fikrini kavra­mamış bir insan için Tevhid’e, Risâlet’e ve Kur’an-ı Kerim’e iman etmesi beklenemez. Çünkü bu dünyadan sonra başka bir dünyanın bulunmadığı­na inanan bir kişi Allah’a kulluk, Rasûl’e itaat ve Kur’ân-ı Kerim’in talima­tına uymak konusunda hiçbir zaman ciddi ve samimi olmayacaktır. Böyle bir kişi ölüm veya bu dünyanın yok olmasından sonra her şeyin toprak olacağını, ikinci bir hayat olmayacağını, öbür dünyada hesaplaşma, ceza veya mükâfat diye herhangi bir şeyin olmayacağını, dine bağlılığın, Al­lah’a, peygamberine ve kitabına itaatin bir ödülü olmayacağını düşündüğü takdirde samimiyet ve sadakatla İslâm’a veya diğer herhangi bir dine bağlı olmayacaktır. Dünyacı ve maddeci bir görüş, insanı ancak zevk ve safa ile havyanî güdülerini tatmine iter. Ahiret fikrini taşımayan bir kişi bu dün­yada hayatını mümkün olduğu kadar en rahat ve keyifli hale getirmeye çalışacaktır. Bunun aksine, onu bu dünyanın nimet, bereket zevk ve hazla­rından mahrum edecek veya bunlardan fedakârlık etmesini gerektirecek her türlü düşünce, inanç ve çalışmalardan kaçmaya çalışacaktır.

26.1.1. Kureyşlilerin Ahiret Akidesini Akıl ve Mantıktan Uzak Saymaları

Bu akide ve inancın bu öneminden dolayı idi ki, Kureyşli ve Arap müşrikler en çok buna tepki gösterdiler. Hz. Peygamber (a.s.) ahiret fikri­ni müşriklere sununca kendileri hayli şaştılar ve ne yapacaklarına karar veremediler. Bu şaşkınlık devresi geçtikten sora kara kara düşünmeye başladılar. Bu fikir ve akideyi kabul etmeleri halinde bütün hürriyetlerinin yok olacağını sezdiler, yalnız oldukları zaman bile Allah’ın ve Rasûlünün haram ettiği şeyleri yapamayacaklarını anladılar. Haksız ve gereksiz kâr sağlamaya, haz ve zevk almaya çalışmaları halinde bu inancın kendilerine ayak bağı olacağını düşündüler. Bu akideyi kabul ettikleri takdirde, kendi yanlarında her zaman gözle görülmeyen ve hissedilmeyen bir bekçinin bulunacağını ve dolayısıyla, istedikleri gibi hareket edemeyeceklerini öğ­rendiler. Bu sebeple, bu fikir ve inancın şiddetle ve kesinlikle reddedilme­si gerektiğine inandılar. Bu noktadan hareketle, Rasûlullah (a.s.)’ın ahiret­le ilgili söz ve telkinlerinin akla ve mantığa aykırı, gerçekdışı, çılgınlık, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal ve çok komik bir kavram oldu­ğunu öne sürdüler.

26.1.2. Ahiret’ten Şüphe Edenlerin Düşünceleri

Kâfirlerden küçük bir grup, ahireti ancak hayal meyal tahmin edebil­diklerini, ama buna tam olarak inanmadıklarını söylüyordu. Bu gruptan Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde bahsedilmiştir. Bu da gösteriyor ki, bu grup sayıca çok küçüktü:

“Ve onlara: ‘Allah’ın vaadi haktır. Şüphesiz kıyamet kopacaktır’ de­nildiği zaman siz ‘kıyamet de ne imiş, bilmeyiz? Böyle bir şeyi zannediyo­ruz. Biz ona kat’i olarak inananlar, değiliz’ dediniz” (Casiye; 32)

Görünüşte, bu grup ile ahireti tamamıyla inkâr eden grup arasında büyük bir fark vardır, şöyle ki, ilk grup ahirete şöyle ya da böyle inanır­ken ikinci grup hiç inanmıyor. Ne var ki, netice itibariyle her ikisi arasın­da herhangi bir fark yoktur. Şöyle ki, ahireti tamamıyla reddetme ile buna kuşkuyla bakmanın ahlâki neticeleri aynıdır.Ahirete hiç inanmayan ile azıcık inanan kişilerin düşünce ve davranışları arasında fazla bir fark ol­masa gerek. Çünkü her ikisi de öbür dünyada Allah’a yaptıklarının ve ya­pamadıklarının hesabını vereceği düşüncesinden yoksun oluyorlar. Böyle bir durumda bu kişilerin yargılanma ve cezalandırılma korkusunu taşıma­dıkları ve dolayısıyla serbest hareket etmeleri gayet doğaldır. Bu dünyada bir insanın doğru ve iyi hareket edebilmesi için ahirete tam ve kâmil bir şekilde inanması gerekir. Bu hususta, ister şüphe ve kuşku ister inkâr ve red olsun, ikisi de insanın sorumsuzca hareket etmesini önleyemez. Ayrıca, bu sorumsuzca davranış bir kişinin ahirette iyi ve sağlam bir dosya ile çıkmasını mümkün kılamadığı için, ne inkâr eden ne de ahiret fikrine kuş­kuyla bakanı kimse Cehennem’e gitmekten kurtaramaz.

26.1.3. Ahiret’i İnkâr Edenlerin Görüşleri

Kur’ân-ı Kerim’de ahiret fikrine şüphe ile bakanlardan sadece bir tek yerde bahsedildikten sonra ahireti tamamıyla inkâr eden ve reddedenler­den sık sık söz edilmiştir ve bunların çeşitli görüşleri nakledilerek bunlara uygun cevaplar verilmiştir:

“Onlar, ‘hayat ancak bu dünya hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi, dehirden (sürekli zaman) başkası helâk etmez’ dediler. Halbuki, onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, bilmeyerek ve zan ile söylüyor­lar. Kendilerine açık açık ayetlerimiz okunduğunda, onların delilleri an­cak ‘eğer sözünüzde doğru iseniz haydi babalarımızı getirin’ demek olur”. (Casiye; 24-25)

Kur’an-ı Kerim diyor ki, dünyadaki hayatımızdan sonra başka bir dünya ve hayat olmadığını kanıtlayan bir ilim ve bilgi kaynağı yoktur. Hiçbir bilim dalı veya araştırma, bu dünyadan sonra başka bir dünyanın bulunmadığını ispatlayamamıştır. Hiçbir bilgi kaynağı ve tecrübe, insanın canının Allah’ın emriyle değil zaman süreci içinde ve tabiat kanunlarına göre alındığını ve insanların öldüğünü gösterememiştir. Ahiret fikrinin münkirleri, bilime ve gerçeklere dayanarak değil, sadece zan ve tahminler yürüterek bu tür iddia ve iftiralarda bulunurlar. “Vallahi, bu hayattan son­ra başka bir hayat olmadığını çok iyi biliyoruz” diyemezler. Aynı şekilde bu ahireti inkâr edenler, insanın canının Allah tarafından alınmayıp, tıpkı bir makina veya saat gibi arızalanıp yok olduğu konusunda ilmi deliller sunamazlar. En fazla söyleyebilecekleri şey şu olabilir: “Doğrusunu sorar­sanız, biz ikisi hakkında tam bilgiye sahip değiliz.” Şimdi her iki durum da şüpheli olduğu için ahireti inkâr edenler neden hep ahiret aleyhinde ka­rar verirler? İnsan ilmi insanların öldükten sonra dirildikleri, canın melek­ler tarafından alınacağı ve insanların tabiattaki diğer canlı ve cansızlar gi­bi kendi kendine öldükleri konusunda kesin bir delil sunamıyor ve hiçbir şeyi yüzde yüz garanti ile söyleyemiyorlarsa, neden tercihlerini hep bu dünya ve bu dünyadaki hayattan yana kullanıyorlar? Bu, onları ciddiyet, metanet ve samimiyetle değil, sadece nefis ve hislerine göre hareket ettik­lerini göstermiyor mu? Onlar bu dünyadan sonra başka bir dünya ve yar­gılanma ile cezalandırılmanın olmamasını istedikleri için böyle düşünü­yorlar. Yani, onlar inanmak istediklerine inanıyorlar ve ona göre hareket ediyorlar:

“Onlar, ‘biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra tekrar diriltilecek miyiz? Yemin ederiz ki, bize, atalarımıza da, daha önce bu, va’d olunmuş­tu. Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ dediler” (Müminun; 82-83)

“Ne kadar taaccüp etsen yeridir. ‘Biz öldükten ve toprak olduktan sonra yeniden yaratılır mıyız?’ demeleri şayanı taaccüptür, işte onlar Rabblerini tanımayanlardır.” (Ra’d; 5)

Yani, kâfir ve müşriklerin ahireti inkâr etmeleri ve bunun gerçekleş­mesinin mümkün olmadığım düşünmeleri aslında Allah’ın kudretini ve hikmetini inkâr etmeleriyle eşdeğerdir. Bunlar, kendilerinin öldükten ve toprak olduktan sonra tekrar hayata kavuşmalarının mümkün olmadığını söylerken bir yandan da Cenab-ı Allah’ın kuvvetine ve kudretine gölge düşürüyorlar. Onlara göre Cenab-ı Allah hâşâ aciz, çaresiz, budala ve çıl­gındır, zira böyle olsaydı onları ne diye yaratıp sorumsuzca hareket etme­lerine müsaade edebilirdi?

“Kâfir olan, ‘Size tamamen parça parça dağıldıktan sonra yeniden yaratılacağınızı size haber veren bir adam gösterelim mi?’ dediler. ‘O Al­lah’a yalan yere iftira mı etli, yoksa onda bir delilik mi var?’ (dediler). Hayır öyle değil, ahirete iman etmeyenler azap içinde ve hidayetten uzak bir sapıklıktadırlar.” (Sebe; 7-8)

Kureyşli kabile reisleri, Hz. Muhammed (a.s.)’in tamamıyla yalancı olduğunu söylemek istemiyorlardı. Zira, O’nun doğru sözlü ve dürüst bir insan olduğunu bütün Mekkeliler ve diğer Araplar çok iyi biliyorlardı. O’nun hiçbir zaman yalan söylemediğini herkes iyi biliyordu. Bu yüzden kabile reisleri halka daha inandırıcı gelsin diye Hz. Peygamber (a.s.)’e şüpheli ve şaibeli iftiralarda bulunmayı tercih ediyorlardı. Onlar demek is­tiyordu ki, hayattan sonra memat (ölüm) ve memattan sonra hayat gibi inan’ iması zor olan bir şeyden bahseden bu adam (Hz. Peygamber) ya bi­lerek yalan söylüyor ya da bunda bir delillik vardır. Ne var ki, kabile reis­lerinin, Hz. Muhammed (a.s.)’in yalancığıyla ilgili iddiaları ne kadar asıl-sızsa O’nun deliliğine dair sözleri de o kadar saçma ve gülünçtü. Çünkü Mekke’de v? Arabistan’da herkes Hz. Peygamber (a.s.)’in aklının yerinde olduğunu çok iyi biliyordu. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu iftiraya herhan­gi bir cevap vermeyi uygun görmedi ve sadece onların ahiretle ilgili dü­şüncelerini kınamak ve reddetmekle yetindi.

“Kâfirler şöyle derler: ‘Biz mi eski hale döndürüleceğiz? Çürümüş kemikler olduğumuz zaman mı? Eğer bu ikinci defa dirilmek varsa, biz hüsrana uğrarız’ dediler”. (Naziat; 10-12)

Yani, kâfirlere, “evet ölümden sonra hayat var. Siz öldükten sonra di­rilteceksiniz” denince kendileri bunu aralarında bir alay konusu yapıverdiler ve şöyle demeye başladılar. “Vallahi, yandık arkadaşlar, eğer gerçek­ten bu adamın dediği doğruysa ve biz öldükten sonra dirileceksek, hali­miz perişandır.”

“Bir de onlar, ‘ölüp toprak ve kemik olduktan sonra yeniden mi diril­tip kaldırılacakmışız?’ derlerdi. ‘Evvelki babalarımız da diriltilirler mi?’ (derlerdi). De ki: ‘muhakkak hem öncekiler hem de sonrakiler. Belli gü­nün muayyen bir vaktinde hemen toplanacaklardır.” (Vakıa; 47-50)

26.1.4. Ahiret’in Mümkün Olduğuna Dair Deliller

Ahiret’i inkâr edenlerin görüşleri tek tek Kur’an-ı Kerim’de nakledil­miş ve çeşitli delillerle ahiretin mümkün olduğunu düşünmek değil, ahire­tin mümkün olmadığını sanmanın akıl ve mantığa aykırı olduğu ortaya konmuştur.

“İnsanlar, kendisini bir nutfeden yarattığınız görmez mi? Sonra o bi­ze apaçık hasım oldu. O, yaratılışını unutarak bize biz misal getirdi: ‘Çü­rümüş bu kemikleri kim canlandırır’ dedi. (Ey Rasûlüm) de ki: ‘Onları ilk defa yaralan canlandıracak ve O, her yaratmayı bilir.” (Yasin; 77-79)

Yani Cenab-ı Allah demek istiyor ki, insan o kadar nankördür ki, kendisinin nasıl yaratıldığını unutuyor. Cenab-ı Allah cansız bir madde­den nutfe (döl) yaratmış sonra cenine ve daha sonra koskoca insana çevir­miştir. Bu küçük yaratık büyüyüp bugün Allah’a ve O’nun hikmetine dil uzatıyor. O, Allah’ın, diğer mahluklar gibi aciz olduğunu düşünüyor ve hiçbir insanın bir ölüyü diriltemediğini düşünerek Allah’ın da bunu yapa­mayacağını sanıyor. Bundan dolayıdır ki şöyle sorular soruyor: “Çürümüş bu kemikleri kim canlandırır”. İbn Abbas, Katâde ve Sa’id bin Cübeyir’in hadislerine göre, Mekkeli kâfirlerden biri mezarlıktan bir ölünün çürümüş kemiklerini Hz. Peygamber (a.s.)’in önüne getirip attı ve parça parça ede­rek Rasûlullah (a.s.)’a dedi ki, “al bakalım, sen diyorsun ki ölüler diriltiliyormuş. Bu kemikleri dirilt de görelim.” Cenab-ı Allah bu küstahlığa ga­yet sakin ve kısa bir cevap verdi ve dedi ki: “Bunu da, bunu Yaratan diril­tecektir.”

“Kemik ve çürümüş parça parça enkaz olduktan sonra yeniden bir kavim olarak biz mi dirilteceğiz?’ dediler. De ki: Taş veya demir olun. Yahut kalbinizde en büyük gördüğünüz bir yaratık olun. Yine diriltecek­siniz.’ Onlar ‘O halde bizi kim geri çevirecek?’ derler. Sen de dedi ki: ‘Si­zi ilk defa yoktan var eden (diriltecek).’ Sana başlarını sallayarak ‘ne va­kit o?’ derlerse, de ki: ‘Yakın olması umulur! (Allah) sizi çağırdığı gün, O’na Hamd ederek O’nun emrine icabet edersiniz. Ve kabirde çok az bir zaman kaldığınızı zannedeceksiniz.” (İsra; 49-52)

Yani, insanların dünyada öldükten sonra kıyamette tekrar hayata dön­meleri kadar süre çok kısa gibi gelecek ve aradan ancak birkaç saatin geç­tiği düşünülecektir. Yani, İnsanlar sanacak ki, biz önce uyuduk ve birden bire mahşeri bir gürültü yüzünden kalkıverdik:

“İnsan: ‘Den öldükten sonra diri olarak mezardan çıkar mıyım?’ der. Düşünmez mi ki, biz onu daha önce yarattık, halbuki o hiçbir şey değil­di”. (Meryem; 66-67)

“Ey İnsanlar, eğer öldükten sonra dirilme hususunda şüphede iseniz, muhakkak biz sizi topraktan sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış bir kan­dan, sonra önce şekilsiz sonra şekilli et parçasından yarattık ki, size apa­çık kudretimizi göstermek için. Sonra istediğimiz rahimlerde belli bir vakte kadar durdurup sizi bir bebek olarak çıkarırız. Sonra sizi kemal ve kuvvet çağınıza erişmeniz için bırakırız. Bununla beraber, içinizden kimi öldürülüyor, kimi de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, kuvvetten düşürülüp kocama haline çevriliyor. Sen arzı kupkuru görür­sün. Onun üstüne suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır ve her gü­zel çiftten nebatlar bitirir.” (Hacc; 5)

Burada topraktan yaratılmanın anlamı, her insanın bu topraktan yani, dünyamızdan elde edilen maddelerden yaratılmasıdır. Bu yaradılışın baş­langıcı nutfe (döl)dir. Başka bir anlamı da insan soyunun topraktan yapıl­mış olan Hz. Adem (a.s.) ile başladığı ve daha sonra insanların nutfe ile çoğalmaya başladığı olabilir. Nitekim, Secde sûresinde aynı noktaya deği­nilmiştir:

“O Allah ki, her şeyi güzel surette yarattı. Ve insanı yaratmaya da balçıktan başladı. Sonra onun zürriyetini hakir bir sudan hasıl olan bir nutfeden (meniden) yarattı.” (Secde; 7-8)

Her iki durumda da, insanın yaratılışında cansız maddelerin büyük rol oynadığının vurgulandığı kabul edilmelidir. Bu gerçeğin anlatılmasın­dan sonra, hamilelik ile doğum arasında geçen muhtelif safhalar ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Gayet tabii ki, burada modern tıbbi alet ve makine­lerle gebelik hakkında toplanan bilgi ve bulgular kaydedilmemiştir; sade­ce o çağın bedevilerinin bildiği hamileliğin belli başlı safhalarına temas edilmiştir. Yani bir kadının döllendikten sonra nasıl hamile kaldığı, doğacak bebeğin nasıl bir et parçası gibi olduğu, daha sonra nasıl cenine dö­nüştüğü, daha sonra nasıl et ve kemiklerinin geliştiği, şekillendiği ve bila­hare insan şeklini aldığı anlatılmıştır. Gebeliğin bu safhaları o karanlık çağda da bazı kadınların erken doğum yapmaları ya da kaba şekilde kürtaj olmaları yüzünden pek çok kişi tarafından biliniyordu. Bundan sonraki ce­vap insanın aklına ve mantığına bırakılmıştır. Yani, insanı bu kadar çok aşamalardan geçirdikten sonra doğuran ve yetiştiren Allah’ın onu öldürüp tekrar diriltmesine imkân yok mudur?

“Biz yerde kaybolduktan sonra, yeni bir yaratılışla çıkar mıyız? de­diler. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını inkâr edicilerdir. De ki, ‘canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği, canınızı alacak. Sonra Rabbinize dön­dürüleceksiniz.” (Secde; 10-11)

Bu iki ayet arasında öylesine geniş bir zaman farkı vardır ki, bunu anlatmak için sayfalar üstüne sayfalar gerekebilir. İlk ayette kâfirlerin iti­razı o kadar saçma ve gülünç sayılmıştır ki, bunun reddine hacet duyul­mamıştır. Bu itirazın sadece tekrarlanması, bunun reddi için yeterli görül­müştür. Kâfirlerin itirazı iki noktada toplanıyor. Ama her ikisi de anlam­sız ve tutarsızdır. Kâfirlerin, “biz yerde kaybolduk” demesi ne demektir? Onların “biz” dedikleri şey gerçekten yerde kaybolup gidiyor mu? Tabiî ki hayır. Çünkü, toprak olan sadece “vücut”tur, “biz” değil. Yine “biz” ha­yatta iken “vücut” organlarından herhangi biri veya hepsi kesilebilir, par­çalanabilir, ama “biz” her zaman kendi varlığını sürdürüyor. “Biz” hiçbir zaman kesilen veya parçalanan bir organla birlikte eksilmez veya kaybol­maz. Fakat, bu “biz” bir vücuttan çıkınca, bütün vücut ortada durmasına rağmen ona “biz” demek mümkün olamaz. Bunun içindir ki, bir âşık sev­gilisinin ölüsünü gidip toprağa gömüyor. Artık o boş bir cesettir. İçinde olan sevgilisi çoktan gitmiştir. Aşık aslında sevgilisini değil, onun cesedi­ni gömüyor. Bu sebeple, itiraz edenlerin ilk noktası çürük ve anlamsızdır.

Şimdi ahireti inkâr edenlerin ikinci itirazını ele alalım. Diyorlar ki, biz “yeni bir yaratılışla ortaya çıkar mıyız?” Aslında bu adamlar, “biz” ile bunun yaratılmasının anlamını bilselerdi, böyle bir soru sormaya gerek duymazlardı. “Biz”in doğuşu veya yaratılışı nedir? Bazı maddeler (diye­lim ki, demir, fosfat ve kömür) bir araya getirildi ve topraktan yapılmış bir heykelin içine dolduruldu. Bu maddeler bu heykel’e “biz” olarak gir­miştir. Şimdi ölüm olayı nedir? Bu heykelden söz konusu maddelerin ve­ya “biz”in ayrılmasıdır. “Biz”in yapılışında kullanılan muhtelif maddeler ise tekrar toprağa dönüyorlar. Şimdi mesele şu: “Biz” için bir heykel ve yerleşecek yer (mesken) temin etmiş olan Yaradan “biz”e daha sonra aynı madde ve malzemelerden müteşekkil başka bir mesken veya heykel vere­mez mi? Bu iş daha önce mümkündü, mümkündü ne demek, gerçekleş­mişti, o halde daha sonra neden gerçekleşmesin? Kafasında azıcık beyin olan bir kişi bunun tekrar gerçekleşebileceğine kanaat getirecektir. İnsanlar bu açık seçik gerçeği neden kabul etmiyorlar? İnsanlar neden ölümden sonraki hayata inanmak istemiyorlar? İşte, Cenab-ı Allah bu iki meselenin arasındaki geniş bahisleri bir yana bırakarak doğrudan doğruya diyor ki, “Onlar Rabblerine kavuşacaklarını inkâr edicidirler.” Yani, onlara göre asıl mesele bir kişinin doğup ölmesi ve tekrar doğması değildir. İnsanların dirilmeleri öylesine anlaşılmayacak bir şey değildir. Ama asıl mesele on­ların dünyada diledikleri gibi yaşama hevesidir. Onlar dünyada her türlü fısk-ü fücur ve günah yapıp hiçbir ceza görmemek istiyorlar. Onların asıl korktukları, Mahşer’deki hesaplaşmadır. Orada herhangi bir hesap vermek ceza görmek istemiyorlar. Bunun için de gerçekleri görmezlikten geliyor­lar.

Bundan sonraki cümlede deniliyor ki, sizin “biz”inizin bulunduğu mesken elbette toprak olacaktır, ama “biz” olduğu gibi duracaktır ve ona hiçbir zarar gelmeyecektir. Aksine, Allah’ın meleği gelip, meskende kal­ma süresinin dolmasından sonra onu kendi nezaretine alacaktır. “Biz”in en ufak parçası bile mesken veya başka bir deyimle “vücut”la beraber top­rağa girmeyecektir. “Biz” tamamıyla meleğin nezaretinde Allah’ın huzu­runa çıkarılacaktır.

İşte şu ayetlerde birçok gerçekler ortaya konmuştur; ki bunlar gözardı edilemez:

1. Ölüm birden bire, kurulmuş bir saatin.aniden durması gibi gelmez. Yani, bir insan vücudu bir saat değildir ki çalışırken aniden duruversin. Aksine, bu iş için Allah’ın belli bir programı ve elemanları vardır. Herke­sin ölümü belli bir plân içinde meydana gelir. Cenab-ı Allah, insanların canını almak üzere bir meleği vazifelendirmiştir. Bu melek belirlenen za­man ve bir icra memuru veya tahsildar gibi gelip ölmesi kararlaştırılan kişinin canını alır. Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde verilen bilgilere göre bu “icra memuru”, “tahsildar” veya “ölüm meleği”nin emrinde melekler­den tam bir ordu vardır. Bu melekler ölüm olayını gerçekleştirmek, ruhu fani vücuttan çıkarmak, onu kendi nezaretlerine almak ve Allah’ın huzuru­na götürmek gibi muhtelif safhalarda kendilerine düşen görevi yaparlar. Ayrıca, melekler kötü, günahkâr ve suçlu ruhlara başka, mü’min ve salih ruhlara da başka muamele yaparlar (Tafsilat için bk. Nisa; 97, En’am; 93, Nahl; 8 ve Vakıa; 83-94).

2. Ölüm, insanı gerçekten yok etmez. Ölüm sadece ruhun vücuttan ayrılışının adıdır. Kur’an-ı Kerim’in “ölüm meleği, canınızı alacak” deme­si işte bu gerçeğin tezahürüdür. Bilindiği gibi, görülmeyen, dokunulma­yan ve hissedilmeyen bir şey “alınmaz”. Can veya ruh almıyor ve muhafa­za ediliyor. O halde, can veya ruh adeta elle tutulan ve gerçekten varolan bir şeydir.

3. Ölüm anında meleğin ele geçirdiği şey, insanın biyolojik hayatı de­ğil, onun “benliği” veya “egosu”dur ki ekseriya, “o”, “ben”, “biz” “sen” ve “siz” zamirleriyle ifade edilir. İşte bu “benlik” dünyada nasıl yaşamış, ne gibi işler yapmış, hangi şekilde hareket etmişse, onlarla beraber ve onların tesiriyle uğradığı değişiklikle ve şekille bir bütün olarak melek tarafından ele geçiriliyor ve öbür dünyaya götürülüyor. Bu, can veya ruhun, ölümden sonra Rabbine dönüş olayıdır. Ahirette işte bu can, ruh veya benlik yeni­den yaşatılacak ve yeni bir meskene veya vücuda sokulacaktır. Aynı ben­lik Allah’ın mahkemesine çıkacak, yaptıklarının hesabını verecek ve buna göre cezalandırılacak ya da ödüllendirilecektir.

“Müşriklere sor, ‘Onları yaratmak mı daha zor yoksa bizim yarattı­ğımız şeylerin yaratılışı mı zordur? Diz, kendilerini cıvık bir çamurdan yarattık.” (Saffat; 11)

Mekkeli kâfirlerin ahiret hakkındaki şüphelerinin bir cevabı da buy­du. Onlara göre, ölü kişilerin tekrar dirilmesi güç olduğu için ahiret diye bir şey de olamazdı. Buna cevap olarak Cenab-ı Allah diyor ki; diriltmek­ten daha zor şey yaratmaktır. Allahu Teâlâ yeryüzünü göğü ve kâinattaki diğer pek çok eşya ve yaratıkları insanların gözünün önüne getiriyor ve di­yor ki bu sayısız ve birbirinden garip, müthiş eşya ve yaratıklara bakın ve bunları kimin yarattığını düşünün. Bunları Allah yaratmamış mıdır? Bun­ların yaratılması kolay bir şey midir? Bu muazzam kâinatı ve insanları bir defa yaratmış olan Allah, insanları bir defa daha yaratamaz mı? Daha son­ra denildi ki, insan öylesine büyük bir yaratık değildir. Onun yaratılması öyle sanıldığı kadar zor değildir. Cenab-ı Allah onu balçıktan yapmıştır ve onu tekrar balçıkla yapabilir. Vücudunun terkibinde yer alan bütün madde ve malzeme bu dünyadan toplanmıştır. Yaratılışında gereken nutfe (döl) gıda ile hazırlanıyor. Gebelikten başlayarak doğumu ve ölümüne ka­dar geçen süre içinde ihtiyaç duyduğu besin dünyadan temin ediliyor. İnsanın ihtiyaç duyduğu besin ister hayvan ister bitkilerden temin edilmiş olsun, her ikisinin kaynağı ve özü topraktır. Toprak su ile karışık insanın ihtiyaç duyduğu hububat, sebze ve meyve yetiştirmesinin yanı sıra, insan­ların gıdası olan süt ve eti temin eden hayvanların beslenmesine de sebep oluyor. Burada asıl ağırlık verilen nokta toprağın önemidir. Eğer toprak hayatı kabul edecek ve taşıyacak hale getirilmeseydi, bugün insanın yaşa­masına imkân var mıydı? Eğer bu toprak bugün hayat verebiliyor ve hayat taşıyabiliyorsa yarın bunu neden yapmasın? Yarın ahirette bu topraktan İnsanlar neden tekrar yaratılmasın?

“Gökleri ve yeri yaratmak insanları yaratmaktan daha büyüktür. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.” (Mü’min; 57)

Bu da kâfirlerin, insanların öldükten sonra dirilmelerine imkân yok­tur yolunda ileri sürdükleri iddiaya bir cevaptı. Burada deniliyor ki böyle düşünenler akılsız ve ahmaktırlar. Zira akıllarını kullansalar göreceklerdir ki, bu muhteşem ve akılara durgunluk veren kâinatı ve içindeki eşya ve yaratıkları yaratan Allah için insanları tekrar tekrar yaratmak hiç de zor değildir.

“Yaratılmakta siz mi daha zorsunuz, yoksa gök mü? Ki onu Allah bi­na etmiştir.” (Naziat; 27)

Burada yaratılmak kelimesi, “tekrar yaratılmak” anlamındadır. Gök kelimesiyle tüm kâinat ve varlıklar alemine işaret edilmiştir. Bununla feza ve uzaya işaret edildiğini de söyleyebiliriz. Yani, sayısız gezegen, yıldız, yıldızlar sistemi ve samanyolundan müteşekkil bir alem. Burada insanlara hitap edilerek deniliyor ki, “siz niçin ahiret fikrine ve insanların tekrar ya­ratılma kavramına bu kadar tepki gösteriyorsunuz? Halbuki asıl zor olan bu uçsuz bucaksız uzay boşluğudur. Bu uzay ve kâinatın yaratılmasının daha zor olduğunu bilmiyor musunuz? Bu muhteşem kâinat ve nizamını yaratmış olan Allah, sizin gibi yaratılması nispeten daha kolay olan bir mahluku yaratamaz mı?”

“(Nitekim) “Bu apaçık bir sihirdir” derler. ‘Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra tekrar diriltilir miyiz?’ (derler). ‘Evvel geçen babalarımız da ‘(yeniden diriltilirler mi derler). Sen de ki: ‘Evet, hepiniz zelil ve hakir olduğunuz halde diriltileceksiniz.’ Bazıları ancak bir sayha iledir. O sayhayı müteakip dirilip kendi hallerine bakarlar. Ve ‘eyvah bizlere! Bu he­sap günüdür’ derler.” (Saffat; 15-20)

Kâfirler diyordu ki bunlar sihirli bir dünya ile ilgili sözlerdir. Öyle bir sihirli dünya ki, bunda ölüler mezarlarından çıkacak, bir mahkeme kurula­cak, burada iyiler ile kötüler yargılanacak. Cennet kurulacak ve Cehennem tesis edilecek ve iyiler ile kötüler bunlara gönderilecekti. Bu adam (Hz. Peygamber (a.s.))’ın böyle bir dünyadan söz etmesi, aklını kaçırmış olması veya başkaları tarafından büyülenmiş olmasının bir delilidir. Buna cevap olarak denilmiştir ki, “evet her şey Hz. Muhammed (a.s.)’in dediği gibi olacaktır. Her şey Allah’ın iradesi ve gücüne göre olacaktır. Sizler O’nun yanında çaresizsiniz. O nasıl olmanızı istiyorsa siz öyle olacaksınız. Nite­kim, siz O’nun tek bir işareti ile yaratılmıştınız. Bunun gibi, O’nun bir işa­retiyle hepiniz öleceksiniz ve yine istediği zaman dirileceksiniz. Herkesi öldürme ve diriltme zamanı gelince her şey Allah’ın plânladığı gibi ve ko­layca olacaktır. Allah’ın bir sayhası (işareti) uykuda olanların uyanmaları için kâfi olacaktır.” Burada “sayha” kelimesi dikkate şayandır. Bu kelime ile, “ba’su ba’d-el mevt” (ölümden sonra diriliş) fikri güzel bir şekilde gö­zümüzün önüne seriliyor. Ölmüş kişiler, sanki derin bir uykuda iken Ce­nab-ı Allah’ın “haydi, kalkın” komutuyla bir anda kalkmış olacaklardır.

“Onlar deveye bakmazlar mı ki, nasıl yaratılmıştır? Semaya bakmaz­lar mı ki nasıl yükseltilmiştir? Ve dağlara bakmazlar mı ki, nasıl dikilmiş­lerdir? Yerin de nasıl döşendiğine bakmazlar mı?” (Casiye; 17-20)

Yani, bu kâfirler ahiret ile ilgili vaaz ve telkinleri dinledikten sonra şaşıp kalıyorlar ve çeşit çeşit itiraz ve iftiralarda bulunuyorlar. Ama bunla­rın gözü yok mudur? Bunlar etrafa hiç bakmazlar mı? Develer nasıl yara­tılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir? Dağlar nasıl kurulmuştur? Ve yeryüzü nasıl yaratılmıştır? Eğer bütün bunlar yapılmış gözlerinin önünde duruyor­sa, neden kıyamet kopamaz? Neden buna benzer bir dünya tekrar kurula­maz. Niçin Cennet ve Cehennem meydana getirilemez? Akılsız, düşünce­siz ve kaygısız bir insan bile dünyada gözlerini açıp bakar bakmaz adı ge­çen eşya ve yaratıkların tekrar tekrar yaratılabileceğini anlayabilir. Ancak aklı, zekâsı, bilgisi ve tecrübesi sahasının dışında olan bir şey için hemen diyebilir ki, ben bunları anlamam, bunların vücuda getirilmesi mümkün değildir. Fakat, bu insanın kafasında birazcık akıl varsa onu kullansın ve varolan her şeyin nasıl varolduğunu düşünsün. Bunlar kendi kendine mi ortaya çıkmıştır? Deve çöl iklimine derhal intibak edebilen bir hayvandır. Arap çöllerinin ve çorak arazilerin bütün şartlarına uygun olan deve gibi bir hayvan nasıl yaratılmıştır? içinde oksijenin ve İnsanlar, hayvanlar ve nebatın yaşamasına müsait olan diğer gazların bulunduğu gök nasıl yapıl­mıştır? Sadece bu değil, bu gök, yağmur getiren bulutlar, insanlara ışık ve ısı veren güneş ve gece-gündüz parlayan yıldız ve ay ile donatılmıştır. İn­sanların, üzerinde yaşamakta oldukları içinden çıkan ürünlerle karınlarını doyurdukları, diğer yiyecek içecek ve giyecek ihtiyaçlarını giderdikleri ve kuyular ile pınarlarından su çıkardıkları ve diğer maddelerle ihtiyaçlarını karşıladıkları yer nasıl yaratılmıştır? Türlü türlü toprak, taş ve madenlerle dolu olan dağlar nasıl ortaya çıkmışlardır? Bütün bunlar Kadir-i Mutlak’ın ve Büyük Yaratıcı’nın eserleri değil midir? Düşünen ve anlayan bir kafa bu soruların cevabını menfi olarak veremez. Eğer kendisi inatçı değilse, Allah’ın yüce kuvveti, kudreti ve hizmeti olmaksızın bunların gerçekleşe­meyeceğini anlayabilir. Her şeye kadir olan Allah eğer bunları yapmış ve yaratmışsa neden bundan sonraki dünyada da bunları tekrar yaratmasın?

“O, rahme dökülen bir meniden değil midir? Sonra kan pıhtısı oldu. Allah, onu yarattı ve şekillendirdi. Hülasa ondan erkek ve dişi iki sınıf ya­rattı. Bunu yapan (Allah) ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir?” (Kıyame; 37-40)

Bu, “ba’s-ü ba’d-el mevt”in başka bir deliliydi. Aslında, ilk döllenme­den sonra doğuma kadar devam eden yaratılışın çeşitli safhalarını bilen ve kabul edenlerde bu delilin hiçbir cevabı yoktu. Zira, onlar ne kadar inatçı­lık ve dik başlılık etmiş olsalar dahi, insanı yaratma gücüne sahip olan Al­lah’ın pekala onu öldürüp tekrar yaratabileceğini teslim ediyorlardı. Ne var ki, bu anlamlı ve hikmet dolu fiili sadece tabii bir rastlantı sayan bazı maddeci ve dünyacı kimseler bunda Allah’ın hikmeti olduğunu kabul et­meye razı değillerdi. Onlar, her şeyin tabiatın bir icabı olduğunu sanıyor­lardı. Ancak bu sözde akıllı ve bilgin kimselerin de anlayamadığı bir şey vardı. Onlar görüyor ve biliyorlardı ki, dünyanın doğuşundan beri çeşitli ülkelerde, çeşitli milletlerde ve çeşitli şartlar altında yaratılış işlemi aynı şekilde devam ediyordu. Bütün farklılıklara rağmen her yerde ve her çağ­da insan toplumlarında hemen hemen aynı sayıda erkek ve kız çocukları doğuyor ve aralarındaki orantı bozulmuyordu. Hiçbir yerde ve hiçbir top­lumda sadece kız ya da sadece erkek çocukları doğmamıştı ve böylece in­san soyunun devamına herhangi bir engel çıkmamıştı. Bu akıllı kişiler, bu işlemin de bir rastlantı olmadığını düşünüyorlardı. Ve bu işlerin büyük bir Sanatçı ve Yaratıcı tarafından yapıldığını kabul ettikten sonra bu Yaratı­cı’nın kendi yaptığı şeyleri bozabileceğini ve kırabileceği ve sonra tekrar yapabileceğini kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu.

“İnsan, neden yaratıldığına bir kere baksın. O, atılıp dökülen bir su­dan yaratıldı. Ki, bel kemiği ile kaburga kemikleri arasından çıkar.” (Tarık; 5-8)

Yani, insan önce kendine baksın. İnsan nedir? Onu kim yaratmıştır ve nasıl yaratmıştır? Bir kadın ile erkek arasındaki cinsel temastan sonra ha­mileliği gerçekleştiren ve belli bir tipte ve zekâ seviyesinde bir insan ya­ratan kimdir?[1] Döllenme ve hamilelikten sonra cenin ve daha sonra be­beğin anne karnında beslenip büyümesini sağlayan kimdir? Daha sonra bu bebeğin, canlı olarak anne karnından çıkmasını mümkün kılan kimdir? Yine anne kamında bile bir insanın vücut yapısını, güzelliğini ve zekâsını yaratan kimdir? Sonra, doğumdan başlayarak ölüme kadar bu insanı koru­yan ve besleyen kimdir? Onu çeşitli hastalık, kaza ve belâlardan kurtaran kimdir? Bütün bunlar Tek bir Allah’ın hikmeti ve nezareti olmaksızın ger­çekleşebilir miydi? Eğer akıl sahibi biri bu sorunun cevabını olumsuz ola­rak veremiyorsa, yaratılış fiilini başlatan, hamilelik olayını gerçekleştiren ve daha sonra insanı doğurduktan sonra koruyan Allah’ın insanı ölümden sonra dirilteceğine de karar verebilir. Eğer Allah insanın ilk yaratılışını gerçekleştirmişse neden ikinci yaratılışını gerçekleştirmesin? Eğer gözü kör olan bir kişi bu gerçeği kabul etmiyorsa, o zaman kendisinin de Allah tarafından yaratılmadığını söylemelidir. Kendi yaratılışını inkâr eden bir kişi bir gün daha ileriye giderek dünyanın ve kâinatın bütün eşya ve mahlûkların tesadüf eseri meydana geldiğini söyleyebilir. Bu kişi bundan sonra başka saçmalıklar da yapabilir ve pekala diyebilir ki dünyadaki bü­tün kitaplar, evler, dükkânlar ve fabrikalar da bir tesadüf neticesinde ortaya çıkmışlardır. Halbuki, bunların tümünün İnsanlar tarafından yapıldığı bi­linmektedir. Hakikat şu ki, dünyada insanın doğup büyümesi, vücudunun belli bir şekil alması, onun bir takım meziyet, kudret ve kuvvetlere sahip olması ve her şeyden çok, hayatını sürdürmesi, onun tarafından yapılan iş­ler ve yaratılan eserlerden daha zor ve karmaşıktırlar. Bunca karmaşık iş­lem böylesine orantılı ve düzenli bir biçimde milyonlarca yıldan beri süre-gelirken hangi hasta beyin buna sadece bir tesadüf veya şans diyebilir?

“Onlar, kendilerinden korkutucu bir peygamber gelmesine şaştılar. Kâfirler, ‘Bu şaşılacak bir şeydir’ dediler. ‘Biz ölüp toprak olduktan son­ra mı (dirilecekmişiz?). Bu, çok uzak bir dönüştür.’ Biz, toprağın onlar­dan neleri eksilttiğini biliriz. Ve katımızda her şeyi muhafaza eden bir ki­tap vardır.” (Kaf; 2-4)

Kâfirlerin şaştığı ilk şey, kendi millet ve cemiyetlerinden bir kişinin peygamberlik iddiasında bulunmasıydı. Onlar aynı etten, kemikten ve aynı ırktan olan bir kişinin kendisini Allah’ın rasûlü ilân etmesini hazmede­miyorlardı. Bu konudaki şaşkınlıkları henüz geçmemişken bu kişi kendi­lerine daha da şaşırtıcı şeyler söylemeye başladı. Bu kişi arlık insanların öldükten sonra tekrar yaratılacaklarını, Allah’ın mahkemesine çıkarılacak­larını ve orada amellerinin muhasebesi yapıldıktan sonra cezalandırılacak­larını ve ödüllendirileceklerini söylüyordu. İşte bu ayetlerde bu hususa te­mas edilmiştir ve denilmiştir ki, bu mevzu kendileri tarafından anlaşılmıyorsa anlaşılmasın. Bu Allah’ın ilim ve kudretinin değil, bu insanların ilimlerinin ve akıllarının kıtlığının bir delilidir. Bu kâfirlere göre, dünya­nın doğuşundan başlayarak kıyamet gününe kadar ölmüş olan insanların kemikleri toprak olduktan sonra dirilmeleri mümkün olmayacaktır. Hal­buki, Cenab-ı Allah herkesi ve her şeyi gözlüyor ve çok iyi biliyor. Allah her şeye kadirdir. O istediği zaman ölüler diriltilecek ve amellerinin mu­hasebesi yapılacaktır. Bunların amellerinin dosyaları derli toplu bir şekil­de hazırlanmıştır ve ilâhi mahkemede tek tek okunacaktır. Bu defterlere bakılarak herkes dünyada olduğu şekli ile ve vücut yapısıyla diriltilecek­tir, ne bir eksik ne bir fazla.

“Biz, ilk yaratılışta acizlik mi gösterdik? doğrusu, onlar yeni yaratış­tan şüphededirler.” (Kaf; 15)

Burada, birkaç sade ve basit kelime ile ahireti inkâr edenlere gayet makul cevaplar verilmiştir; ki bunu akıl ve zekâ sahibi her insan rahatlıkla kabul edebilir. Eğer bir kişi Allahsız değilse, yani Allah’ı inkâr etmiyor ve bu düzenli ve mükemmel işleyen evrenin sadece tabiatın bir tesadüfü ol­duğunu sanmıyorsa, Yüce Allah’ın hem bizi hem bütün evreni yarattığına iman edebilir. Cenabı Allah bir kerre bizi, yeri, göğü ve bütün kâinatı ya­ratmıştır. Bunları yaratırken herhangi bir acze düşmemiş ve hiçbir zorluk çekmemişse, her şey mahvolduktan ve yok olduktan sonra, bunları tekrar yaratamaz mı? Eğer Allah (hâşâ) aciz ve çaresiz olsaydı zaten ilk yaratılış işini gerçekleştiremezdi. Eğer daha önce aciz değilse, onun daha sonra aciz olduğuna inanmanın herhangi bir makul ve geçerli temeli ve dayana­ğı olabilir mi?

26.1.5. Ahiret’in Gerekli Olduğuna Dair Deliller

Kur’an-ı Kerim’de ahiretin mümkün olduğuna dair inkâr edilmez de­liller verilmekle yetinilmemiş, bunun gerçekleşmesinin tabiatın kanunu ve gereği olduğu da ispatlanmıştır. Akıl, adalet ve ahlâk, her şey, ahiretin gerçekleşmesini ve Mahşer’de daha önce insanların dünyada yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını tek tek vermelerini ve bunlara göre ceza veya mükafat almalarını gerekli kılmaktadır. Ahiretle veya Allah katında böyle bir mahkeme, duruşma ve muhasebe olmaz, İnsanlar kötü amelleri­nin cezasını çekmez ve iyi amelleri için ödüllendirilmezse demek ki bu dünya ilâhi adaletten yoksundur ve İnsanlar, akıl ve şuurla, hayır ve şer arasındaki farkı gözetme kabiliyetiyle ve sayısız eşya ile insanlara karşı Selahiyet ve kudretle donatılarak buraya boşuna gönderilmişlerdir. Gerçek şu ki, dünyamızda tam anlamıyla ne muhasebe, ne adalet, ne de suç-ceza’nın değerlendirilmesi ve gerçekleşmesi için imkânlar vardır. Yargı ve adaletin bütün kurallarının yerine getirilmesi için başka bir dünyaya ihti­yaç vardır. O dünyada doğuştan kıyamete kadar bütün İnsanlar toplanarak bütün gizli, açık amellerinin, niyet ve düşüncelerinin yaptıkları iyi ve kötü işlerin hesabını vermelidirler? O dünyada hayatlar kısıtlı ve sınırlı olma­malıdır ve herhangi bir engel bulunmamalıdır. Herkes kendi kötülükleri­nin cezasını çekmeli ve iyiliklerinin mükâfatından istifade etmelidir. Kı­sacası, o dünyada ve hayatta hak yerini bulmalı ve her şey kalıcı ve de­vamlı olmalıdır.

Kâfirler için hile ve bahaneye başvuracak ve kaçacak yollar bırakma­mak için Kur’an-ı Kerim bu konuya enine boyuna değinmiştir:

“İnsan, başı boş bırakıldığını mı zanneder?” (Kıyâme; 36)

Burada denilmek isteniyor ki insan kendini başı boş bir hayvan mı sanıyor? Allah insanı hiçbir sorumluluk duygusu olmaksızın mı yaratmış­tır? İnsanın bir vazifesi veya sorumluluğu yok mudur? Ona bazı şeyler ya­saklanmamış mıdır? Yaptığı kötülüklerin ve günahların cezasını çekme­yecek midir? Aynı şeye değinilerek Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah’ın kıyamette kâfirlere şöyle sesleneceği kaydedilmiştir:

“Sizi âncak boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun; 115)

Bu her iki ayette, ölümden sonraki hayatın gereğinin delili bir soru şeklinde sunulmuştur. Soru şöyledir: Siz kendinizi hayvan mı sanıyorsu­nuz? Siz kendiniz ile hayvan arasındaki farkı görmüyor musunuz? Çünkü hayvan çaresizdir ve masumdur. Oysa, siz hem kuvvetli ve kudretlisiniz hem de günah işleyebilecek durumdasınız. Bir hayvan iyi ile kötü arasın­daki farkı bilmez, ama siz bilirsiniz. O halde, siz kendinizi niçin bir hay­van gibi sorumsuz sayıyorsunuz? Bir hayvanı, kendi iç güdüsüne göre ha­reket ettiği ve aklını kullanacak durumda olmadığı için tekrar canlanıp es­ki haline döndürülmeyeceği akla yatkındır. Bir hayvan kendi aklını kulla­narak bir felsefe geliştirmez, birdin icat etmez, ne kendisini mabud ilân eder ne de başkalarına mabud diye tapar, nesilden nesile intikal edecek gelenek ve görenek yaratmaz. Onun için, bir hayvanın ölüp toprak olması ve bir daha diriltilmemesinin hikmeti anlaşılabilir. Fakat İnsanlar kendile­rini iyi veya kötü amellerinin vebalinden nasıl kurtarabilirler? Sizce, bir kişi masum bir kişiyi öldürüp idama mahkûm olunmamış ya da mahkûm olunmadan bir kazaya uğrayarak öbür dünyayı boylamışsa cezadan kurtu­lacak mıdır? Yaptığı haksızlığın cezasını çekmeyecek midir? Ettiği zul­mün bedelini bulmayacak mıdır? Bir insan dünyada büyük fitne ve fesa­dın çıkmasına sebep olmuş ve ölümünden sonra da Allah’ın kulları onun yüzünden yıllarca, hatta yüzyıllarca birbirini kırmışsa, böyle bir insana da bir çekirge veya böceğe yapılması gereken muamele mi yapılsın? Yüz binlerce insanların kanı onun boynundan değil midir? Buna karşılık, bir insan hayat boyunca hak ettiğini alamamış, çektiği eziyetler bitmemiş ve hiçbir zaman hakkı olan huzur, sükûn ve mevkiye erememişse ona da haşarata yapılan muamele mi yapılsın?

“Kıyamet gününe and ederim. Kendisini kınayan nefse yemin ede­rim.” (Kıyame; 1-2)

Yani, kıyamet kopmayacağı yolundaki düşünceniz yanlış ve abestir. Yemin ederim ki, kıyamet olacaktır. Aslında yukarıdaki ayette Allah’ın kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse yemin ettiği belirtilmiş, ama ne için yemin ettiği açıklanmamıştır. Fakat bahse konu olan meseleden Allah’ın ne için yemin ettiği aşikârdır. Allah and içiyor ve diyor ki, Ben kıyamete ve kendisini kınayan nefse yemin ediyorum. Bundan sonra ge­len ayet zaten Allah’ın ne için yemin ettiğini gösteriyor. Burada deniliyor ki Allah insanları öldükten sonra tekrar diriltecektir. Kendisi bu işi yap­maya tamamıyla kadirdir. Şimdi Allah’ın kıyamete ve kendisini kınayan nefse ne münasebetle yemin ettiğini araştıralım.

Cenab-ı Allah, kıyamet gününe yemin etmiştir, çünkü bu günün gel­mesi mukadderdir. Bütün kâinat nizamı, bizzat kendi yapısı ve işleyişi iti­barıyla, kendisinin ezeli ve ebedi olmadığını kanıtlıyor. Aynı zamanda kâinat, kendisinin ezelden varolmadığını da ortaya koyuyor. Eski çağlarda da insan aklı, her an her zaman değişmekte olan dünyanın ezelden ebede kadar aynı kalacağını kabul edemiyordu. Fakat insan ilmi arttıkça bu fikir gittikçe kesinleşiyor. İnsan artık anlıyor ki, bu dünyanın ve kâinatın mut­laka bir başlangıcı ve sonu vardır. Kâinat ve içindekiler her zaman böyle olmamış ve bundan sonra da olmayacaklardır. Bir gün mutlaka mukadder oldukları sona varacaklardır. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, kı­yametin meydana geleceğine dair bizzat kıyâmete yemin etmiştir. Bu, tıp­kı kendi varlığından şüphe eden şüpheli ve kuşkulu bir insana yapılan ye­min gibidir. Yani, siz böyle bir insanı karşınıza alıp diyorsunuz ki, “senin canına yemin ederim, sen varsın.” Başka bir deyimle, “senin varlığın za­ten senin varolmanın delilidir.”

Kıyametten sonra insanların tekrar canlandırılacaklarını, mahkemede yargılanacaklarını ve dünyadaki amellerine göre cezalandırılacaklarını ve­ya mükâfatlandırılacaklarını belirtmek ve vurgulamak için yemin edilmiş­tir. Yani, dünyada vicdan sahibi olmayan bir insan yoktur. İnsan kendi vicdanına göre iyiliği kötülükten ayırdedebilir. İnsan her ne kadar kötü olursa olsun, herhangi bir kötülük yaptığı zaman vicdanı onu uyarmaya çalışıyor. İnsanların kötülük ve iyiliklerinin seviyeleri değişik olabilir, ama bir yerde kötülük mutlaka kötülük ve iyilik mutlaka iyiliktir. İnsan vicdanı da bu ölçülere göre hareket eder, ama mutlaka hareket eder. Vic­dan ölmez veya tamamıyla yok edilemez. Bu demektir ki, insan tamamıyla bir hayvan değildir. İnsan bir ahlâki varlıktır. İnsanın içinde tabiat itiba­riyle kötülük ve iyiliklerle ilgili hisler vardır. İnsan kendi iyi ve kötü amelleri için kendini sorumlu tutar. Bir insan başka bir insana kötülük ya­pıp belki de kendi vicdanını rahatlatmaya ve kendi kötülüğünü örtbas et­meye çalışabilir. Ama kötülüğe uğramış, hakkı yenmiş ve mağdur olmuş bulunan diğer insan, o insanın lâyık olduğu cezayı çekmesini isteyebilir, kendi hakkından vazgeçmeyebilir.

Şimdi, bir insanın vücudunda böyle bir “kendisini kınayan nefis” ve­ya başka bir deyimle, “vicdan”ın varoluşu inkâr edilmez bir hakikatse, bu­nun aynı zamanda ölümden sonraki hayatın en belirgin delili olduğu da kabul edilmelidir. Böyle bir şeyin insan tabiatında var olması, tabiatın başka bir icabının yerine getirilmesini de şart koşuyor. Tabiat, bir insanın kendi iyi veya kötü amelinin karşılığını bulmasını gerektirir ve bu genel kural da ancak ölümden sonraki hayatta gerçekleşebilir; çünkü bu dünya­da bunun tamamıyla gerçekleşmesine imkân yoktur. Akıl ve mantık sahibi bir insan kabul eder ki; ölümden sonra insanların toprak olması halinde pek çok iyi, dürüst ve salih kişi dünyada yaptıkları iyiliklerin bedelini bu­lamayacaktır. Buna karşılık dünyada pek çok kötülük yapmış olanlar ise, öldükten sonra kurtulmuş sayılacaklardır. O halde, bu kâinatta ve varlıklar aleminde hiçbir hikmet ve ahlâk anlayışı bulunmadığı gibi saçma bir dü­şüncede olanlardan başka, kimse öldükten sonra hayatın olacağına şüphe edemez.

Aslında, Hindularda yaygın olan “Avagon” (her canlının öldükten sonra ameline göre başka bir kılığa sokulup dünyaya gönderilmesi) felse­fesi de tabiatın suç-ceza kavramına cevap vermekten çok uzaktır. Çünkü, bir insan kendi iyi veya kötü amelleri sebebiyle bu dünyada tekrar tekrar yaratılmaya ve kılıktan kılığa sokulmaya devam ederse, her yaratılışında bazı yeni günahlar veya iyilikler yapacaktır ve bu şekilde iyi ve kötü amellerinin sonu gelmeyecektir. Başka bir deyimle, suç-ceza kavramı tamamıyla ortadan kalkmış olacaktır. Bazen bir yaratığın cezalarının listesi uzayıp gidecek, bazen da bir insanın ödüllerinin listesi kabaracaktır. Ama bunların gerçekleşmesine fırsat bulunmayacaktır. O halde, tabiatın ihtiya­cı, ancak bir kişinin iki hayatı olması halinde tamamlanmış olacaktır. Ya­ni, birincisi bu dünyadaki hayat, ikincisi, ise bütün insan ırkının ortadan kalkmasından sonra kurulacak ebedi hayat; ki bunda insan hak ettiği ceza­yı veya ödülünü alabilecektir:

“Biz, göğü, yeri ve aralarındaki şeyleri kâfirlerin zannettikleri gibi abes ve bâtıl (boş yere) yaratmadık. Kâfirlere cehennem azabından şiddetli helâk vardır. İman edip sâlih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çı­karanlar gibi mi tutacağız? Veya Allah’tan sakınanları, doğru yoldan sa­panlar gibi mi sayacağız?” (Sâd; 27-28)

Burada Yüce Allah demek istiyor ki, Biz bu dünyayı ve kâinatı lâf ol­sun diye yaratmadık. Biz bir oyun oynamadık ve bu kâinat da bir oyuncak değildir. Kâinat, gayesi, amacı, hedefi veya hikmeti olmayan bir nesne de­ğildir. Kâinat adalet ve insaftan yoksun bir yer değildir. Burada yapılan bir işin herhangi bir anlamı olmadığı doğru değildir. İnsan buraya vahşi ve yabani bir hayvan gibi başı boş bırakılmamıştır. Dünya karanlık işlerin çevrildiği ve kimsenin kimseden hesap soramadığı bir yer değildir. Bura­da herkes istediği gibi hareket edemez. Suç-ceza felsefesine inanmayan, ister iyi, ister kötü, her şeyin bir gün toprak olacağına inanan bir kişi as­lında, dünyanın bir oyuncak olduğunu ve bunu yaratanın zevkine düşkün bir oyuncu olduğunu ve Allah’ın bu kâinatı yaratıp bunun içinde insanı yaşatmakla boş yere uğraştığını zannediyor. Fakat bir insan biraz kafasını kullanacak olursa iyi ile kötünün bir olacağına imkân verebilir mi? İyi ve salih bir insanın mükâfatlanmaması ve kötü bir insanın kötülüklerinin ce­zasını çekmemesi doğru ve adaletli bir şey olabilir mi? Belli ki, ahiret di­ye bir şey olamazsa, Cenab-ı Allah insanlardan hesap sormaz ve insanla­rın amelleri cezalandırılmaz veya mükâfatlandırılmazsa Allah katında adalet, akıl, mantık ve hikmet gibi kavramların hiçbir anlam taşımadığı ve kâinatın karanlık bir diyar olduğu ortaya çıkar. Bu umde ve tez kabul edi­lirse demek ki, dünyada insanları iyiliğe, güzele teşvik edecek ve kötülük­lerden uzaklaştıracak herhangi bir etken yoktur. Allah’ın kâinatı, gerçek­ten orman kanununun geçerli olduğu bir belde ve alan ise, o zaman bu dünyada iyi ve salih amel işleyen, her türlü cefaya ve eziyete maruz kalan ve Allah’ın kullarının ıslahı için çalışan bir kişi muhakkak ki aptal ve ena­yidir. Buna karşılık, dünyanın bütün nimet ve zevklerini iki eliyle topla­yan, başkalarının haklarını gasp ederek kendi menfaati için çalışan ve hep kendi faydası ve saadetini düşünen kişi herhalde çok akıllı ve tedbirlidir!

“Kâfirler, öldükten sonra diriltilmeyeceklerini zannettiler. De ki, ‘evet Rabbim hakkı için siz mutlaka dirilteceksiniz. Ve işlediğiniz şeyler size haber verilecektir. Bu da Allah’a kolaydır.” (Teğabûn; 7)

Ahireti inkâr edenler için, ne geçmişte, ne bugün, ne de gelecekte bu dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat olmayacağını ispatlayacak herhangi bir imkân veya kaynak yoktur. Fakat bu enayiler her zaman aynı id­diada bulunmuş ve başka bir dünyanın olmayacağını bağırarak söylemiş­lerdir. Halbuki ahireti inkâr etmek için ne bilimsel, ne de akli, herhangi bir temel ve dayanak yoktur.

İşte ahireti inkâr edenlerin bu iddiasına cevap olarak Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e demiştir ki, “Sen Bana yemin ederek de ki, ey İnsanlar siz öldükten sonra mutlaka diriltileceksiniz ve bundan sonra dün­yada yaptıklarınız bir bir ortaya çıkarılıp size ceza veya mükâfat verile­cektir.” Kur’an-ı Kerim’de böylece üçüncü defa Cenab-ı Allah, Hz. Mu­hammed (a.s.)’den Rabbine yemin ederek ahiretin mutlaka gerçekleşece­ğini ilân etmesini istemiştir. Bundan önce Yunus sûresinde şöyle buyurul­muştur:

“Sonra nefislerine zulmedenlere: ‘Bu ebedi azabı tadın. Siz kendi ka­zandığınızın cezasından başka ceza ile tecziye olunur musunuz?’ dediler. De ki: ‘Evet, Rabbim hakkı için doğrudur. Siz, Allah’ı size azab etmekten aciz bırakacak değilsiniz.” (Ayet; 52-53)

Daha sonra Sebe’ sûresinde şöyle denilmiştir:

“Kâfirler, ‘Kıyamet bize gelmez’ derler. (Habibim) de ki: ‘Rabbim hakkı için kıyamet gelecektir. Ve Allah gaybı bilir.” (Ayet; 3)

Burada aklımıza gelen soru şu: Ahireti inkâr edenlere, Hz. Peygam­ber (a.s.)’in, Allah’a yemin ederek veya etmeyerek bunun gerçekleşebile­ceğini söylemesi neyi değiştirir? Bir şeyi kabul etmeyenler, sadece Hz. Peygamber (a.s.) yemin ediyor diye kabul edebilirler mi? Bunun cevabı şu: Rasûlullah (a.s.)’ın muhatapları, şahsi malûmat ve tecrübeleriyle, ken­disinin hayatı boyunca hiçbir yalan söylemediğini çok iyi biliyorlardı. Onun için ağızlarıyla her ne kadar kötü lâflar söylerlerse söylesinler ve kendisine ne kadar çok iftirada bulunurlarsa bulunsunlar, içten şuna inanı­yorlardı ki, bu şahıs, doğru olduğundan emin olmadığı bir şey için yemin edemeyecektir, ikincisi, Hz. Muhammed (a.s.) yalnızca ahiret akidesini anlatmıyor.bunun için bazı inkâr edilmez deliller de sunuyordu. Burada bir peygamber ile peygamber olmayan bir kişi arasındaki farkı da göz önünde bulundurmalıyız. Bilindiği üzere, peygamber olmayan bir kişi ahi­ret hakkında en kuvvetli deliller verse dahi başkaları ahiretin olmaması yerine ahiretin olacağına birazcık ihtimal verebilirler. Bunun aksine, bir peygamberin sözleri daha inanılır olacaktır. Çünkü bir peygamberin mev­kii ve makamı, peygamber olmayan filozof veya düşünürden çok daha üs­tündür. Peygamber ahiretin olacağını söylüyorsa, demektir ki kendisi bu sözleri sadece tahmin ve kıyasa dayanarak söylemiyor. Bir peygamber böyle diyorsa, demek ki o konuda malumatı vardır. Bir peygamber diğer insanlara nasip olmayan bazı bilgi kaynaklarına sahiptir ve bu bilgilere dayanarak bazı konularda fikrini söyleyebilmektedir. Bir şeyi söylüyorsa emin olduktan sonra söylüyor. Bu sebeple, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e ahiretten söz ederken yeminli ifadede bulunmasını emretmiştir. Za­ten bir şeyi yemin olarak ancak bir peygamber söyleyebilir. Bir filozof hiçbir şeyi yemin ederek söyleyemez. Ahirete iman, ancak bir peygambe­rin sözüne güvenildikten sonra yapılabilir. Bir filozofun sözleri, başkaları şöyle dursun kendisi için bile bir akidenin temelini teşkil edemez. Bir filo­zof ve düşünür “olabilir” demekten ileriye gidemez. “Kesinlikle olacak” veya “kesinlikle bu böyledir” demek ancak bir peygamberin harcıdır.

Daha sonra, “siz öldükten sonra dirilteceksiniz” demekle yetinilme­miş, ayrıca “dünyada yaptıklarınız size anlatılacaktır” da denilmiştir. Ger­çekten de, insanların öldükten sonra diriltilmelerinin asıl gayesi budur. Burada insanların neden diriltileceği açık açık ifade edilmiştir. Yani, İnsanlar dünyada başı boş bırakılmamışlardır. Dünyada yaptıkları ameller Allah’ın mahkemesinde tek tek incelenecek ve değerlendirilecektir. Bun­dan sonra herkes kendi ameline göre ya lanetlenecek ya da takdir ve teş­vik edilecektir.

Yukarıdaki ayetin sonunda Cenab-ı Allah’ın insanları diriltmesinin çok kolay olduğunu söylemiştir. Bu ahiretin ikinci delilidir. Birinci delil, ahiretin icabıyla ilgiliydi. Bu delil de bunun mümkün olmasıyla ilgilidir. Yanî Allah için, kâinat gibi muazzam bir düzeni yaratıp işletmesi ve in­sanları yaratıp yaşatması zor olmadıktan sonra, bu insanları tekrar yarat­ması, onları kendi huzuruna getirip hesap sorması mı zor olacaktır? Tabii ki hayır.

“Bunlar (Mekke müşrikleri) diyorlar ki: ‘İlk ölümümüzden başka bir şey yok. Biz tekrar diriltilecek değiliz. Eğer sözünde doğru iseniz evvelki babalarımızı (dirilterek) getirin.” Onlar mı yoksa Tübba’nın kavmi ve on­lardan evvelkiler mi hayırlı? Onları helâk ettik. Çünkü onlar günahkârdı­lar. Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri eğlence ve boş yere yaratmadık. Biz onları âncak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler. Fa­sıl ve hüküm günü onların toplanacağı gündür.” (Duhân; 34-40)

Kâfirler diyordu ki ilk defa öldüğümüzde zaten toprak olacağız bun­dan sonra ikinci bir ölümün sözü mü olur? Fakat, birinci ölüm, mutlaka bir ikinci ölümün olduğunu kanıtlamaz. Kâfirler bu basit kuralı bilmiyor­lardı. Şimdi meselâ bir ailede bir çocuk doğuyor. Biz bu çocuğa pekalâ, “ailenin ilk çocuğu” diyebiliriz. Bu demek değildir ki, bu çocuktan sonra o ailede mutlaka ikinci, üçüncü ve dördüncü çocuklar olacaktır. Bu deyim daha çok ilk çocuktan önce herhangi bir çocuğun doğmadığını vurgula­mak için kullanılır. Kâfirler, “biz bir kişinin öldükten sonra tekrar hayata döndüğünü şimdiye kadar görmedik. Onun için, ölümden sonra ikinci bir hayat veya ikinci bir ölüm olmayacağından eminiz. Eğer siz aksini iddia ediyorsanız, atalarımızı mezarlarından kaldırın, ki size inanalım. Fakat bunu yapamazsanız, iddianızın çürük ve asılsız olacağına karar vereceğiz” diyorlardı. Kâfirlere göre, ölümden sonraki hayat kavramının reddi için bu güya çok kuvvetli bir delil idi. Fakat hakikatte çok saçma ve abesti. Ölenlerin dirilip tekrar bu dünyaya geleceklerini kendilerine kim söyle­mişti? Hz. Muhammed (a.s.) ya da başka herhangi bir müslüman, “biz ölüleri diriltiriz” diye ne zaman iddiada bulunmuşlardı?

Kâfirlerin itirazına cevap olarak denilmiştir ki, bunlar ne zamandan beri kendilerini “Tübba”[2] ve onlardan önceki milletlerden daha iyi san­maya başlamışlardır? Tübba ve benzerleri işledikleri ağır günah ve suç­lardan dolayı helâk edilmişlerdi. Aynı günah ve suçlar Mekkeli kâfirlerin de helâk olmalarına sebep olabilir. Burada da denilmek isteniyor ki, ahireti inkâr etmek bu felâketi davet eden bir günah ve suçtur. Ahirete inanmayan bir milletin ahlâkı sıfırdır demektir. Bu dünyadaki hayattan sonra başka bir hayat olmayacağına, herhangi bir muhakeme, muhasebe ve cezalandırma olmayacağına inanan milletlerin felâkete sürüklendiğine tarih şahittir. Suç ve ceza şuurunu kaybeden bir millet eninde sonunda helâk olmuştur. Allahu Teâlâ demek istiyordu ki Mekkeli kâfirler, Tübba ve onlardan önceki Sabahlar ile Firavun ve yandaşlarının eriştikleri maddi refah ve saadete bile ulaşamamışlardır. Ama bunların takip ettiği kötü yol kendilerini felâketten kurtarmayacaktır.

Kâfirlerin ikinci itirazına cevap olarak denilmiştir ki, ölümden sonra hayatı, ahireti, suç ve cezayı inkâr edenler aslında bu kâinatı bir oyuncak ve bunun yaratıcısını da hâşâ aptal bir çocuk sanıyorlar. Ahireti inkâr edenler bu sebeple, insanların bu dünyada her türlü suç ve günahı işledik­ten sonra herhangi bir ceza görmeden ölüp yok olacaklarını zannediyorlar. Halbuki, bu kâinat bir çocuk oyuncağı değildir ve akıllı bir Yaratı­cı’nın eseridir. Akıllı bir varlığın boş ve abes bir iş yapacağı düşünülemez. Akıllı birinin her işi ve eseri anlamlı ve faydalı olmalıdır. Ahiretin inkarıyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim bu delili çeşitli yerlerde vermeye ça­lışmıştır.

Kâfirlerin, “babalarımızı (dirilterek) getirin” şeklindeki meydan oku­malarına cevap olarak da, hayat ile ölümün bir çocuk oyuncağı olmadığı belirtilmiştir. Ölümden sora hayat kavramı bir oyuncak ve eğlence değil­dir ki, kim ne zaman bunu inkâr ederse hemen mezarlardan ölüler çıkarı­lıp hayata döndürülsünler. Ölülerin diriltilmeleri için belli bir süre tanın­mıştır. Alemlerin Rabbi belirlenen zamanda kendi mahkemesini kuracak ve geçmişteki bütün ölüleri diriltip onları yargılayacaktır. Kâfirler bu programı ve takvimi beğenmiyorlarsa beğenmesinler, bunda bir değişiklik yapılmayacaktır. Ve sadece ahirete inanmak için ölülerin diriltilmesini görmek istiyorlar diye istekleri yerine getirilmeyecektir. Ahirete inanmak akıl, mantık ve iradelerine bağlıdır. Buna inanıyorlarsa kendi çıkarlarına uygun olacaktır ve kendi akıbetlerini düzeltmiş olacaklardır. Böylece Mahşer’deki mahkemede de başarılı olacaklardır. Ahirete inanmıyorlarsa, bu kendilerinin bileceği iştir. Zararı olacaksa kendilerine olacaktır. Bunun kötü neticelerini de ahirette göreceklerdir.

“Kötülük işleyip duranlar, kendilerini iman eden ve salih ameller iş­leyenler gibi mi yapacağımızı, Onların dirim ve ölümlerinin müsavi ola­cağını mı zannederler? Ne fena hüküm veriyorlar. Allah, gökleri ve yeri adaletle yarattı ki, herkese kendi kazandığı ile mükâfat ve ceza versin. Onlara asla zulmedilmez.” (Casiye; 21-22)

Bu, ahiretin mutlaka olacağına dair verilen ahlâkî bir delildir. Ahlâ­kın temel bir kuralı vardır: Hayır ile şer veya iyi ile kötü hiçbir zaman bir olamazlar. İyilik yapanlar iyi mükâfat, kötülük yapanlara da kötü cezalar verilmesi gerekmektedir. Çünkü bu fark olmazsa ahlâk diye bir şey kal­maz. İyilik yapan bir kişinin cezalandırıldığını ve kötülük yapan bir kişi­nin ödüllendirildiğini düşünün. Böyle bir durumda kimsede iyilik yapma hevesi ve kötülüklerden sakınma hissi kalır mı? Allah’ın yarattığı kâinatta ve dünyada böyle bir şey serbest bırakılırsa, adalet, suç, ceza, hikmet, akıl, mantık ve faziletten söz edilebilir mi? Dünyada günah işleyen ve kö­tülük yapanlar tabii ki herhangi bir yargı ve cezanın olmamasını isterler. Çünkü ceza korkusu onların keyfini kaçırır. Fakat Cenab-ı Allah’ın hikmeti ve adaleti böyle bir şeye imkân bırakmaz. İyinin de kötünün de aynı muameleyi görmesine Allah’ın kuvveti, kudreti ve hikmeti razı olmaz. İyi, dürüst, salih ve fedakâr bir mü’minin, bu dünyada kendisinde haklan olan­ların hakkını ödediğini, başkalarının haklarını gasbetmediğini, dünyanın birçok nimet ve lezzetinden mahrum kaldığını ve sadece ahiret için ser­maye topladığını gören Yüce Allah, onun takdirsiz ve mükâfatsız kalma­sını istemez. Aynı şekilde, ne Allah’ın ne de kullarının haklarını veren, ak­sine onlara haksızlık ve zulüm eden, hep kendi şahsi menfaati ve faydası için çalışan, iki eliyle dünya nimetlerini toplayan, helal ve haram gözet­meksizin her türlü kirli işler çeviren, ahlâksızlık yapan, zevk ve sefası için her türlü günah işleyen birinin bütün bu “marifetleri” gözardı mı edilecek­tir? Cenab-ı Allah buna izin verirse bundan daha büyük bir adaletsizlik ve insafsızlık olabilir mi?

Bundan sonra da denilmiştir ki Cenab-ı Allah göğü, yeri ve bütün kâinatı sırf eğlence olsun diye yaratmamıştır, aksine bunların ardında bü­yük bir gaye ve anlam vardır. Dünyada bazı kimseler büyük haksızlığa uğramış olabilirler, buna karşı bazı kimseler hak etmedikleri nimete, şan-şöhret ve zenginliğe kavuşmuş olabilirler. Fakat bu dünyadaki hayat bir ölçü veya kıstas değildir.Bununla her şey bitmiyor. Asıl adalet ve insaf ahirette gerçekleşecektir ve orada her şey yerli yerine oturacaktır. Kimse kimsenin hakkını yemeyecek, iyiler mağdur olmayacak ve kötüler haksız imkânlar elde edemeyeceklerdir.

Casiye sûresinde 21.den 23. ayetlere kadar aslında ahireti kendi ne­fislerinin esiri olanların inkâr ettikleri ifade edilmiştir. Ahiret fikri, bu zevk ve sefalarına düşkün olan kötü niyetli, kötü ameli ahlâksız kişilerin korkulu rüyasıdır.Ahiret fikri bunların uykularını ve keyiflerini kaçırıyor. Bunlar biliyorlar ki ahiret fikri kendilerinin özgürlüğüne engel teşkil edi­yor. Onun için, bunlar kasten ahireti inkâr ediyorlar. Ahiret gibi bir emni­yet sübabı ortadan kalkınca bunlar tamamıyla kaygısız ve umursamaz bir tutum takmıyorlar. Bunlar bundan sonra hiçbir sınır ve engel tanımıyorlar ve kötülüklerin, ahlâksızlığın batağına battıkça batıyorlar. Hiçbir kötülük yapmaktan ve günah işlemekten çekinmiyorlar. Kimsenin hakkını yemek­ten sakınmıyorlar. Ellerine fırsat geçtiği takdirde hiçbir baskı ve zulüm­den çekinmiyorlar. Hak, hukuk ve adalet diye bir şey tanımıyorlar. Olay­lardan ve gelişmelerden hiçbir ders, hiçbir ibret almıyorlar. Hiçbir nasihat tavsiye ve ikaz onları durduramıyor. İnatlaştıkça inatlaşıyorlar. Akıl ve fi­kirleri her zaman şahsi, maddi ve süfli arzu ve ihtiraslarının tatmini yö­nünde çalışır. Bütün bunlar gösteriyor ki, ahiret akidesinin inkârı insan ahlâkı için bir zehirdir ve son derece tehlikelidir. İnsanı insanlık çerçeve­sine oturtan ve bu çerçeve içinde kalmasını sağlayan şey ileriye dönük dü­şünce ve hedefidir. Eğer bir insan, bir gün Allah’ın huzuruna çıkarak yap­tıklarının hesabını vereceğini düşünüyor ve bu yargılanma ve hesaplama­dan yüzünün akıyla çıkmasını hedefliyorsa elbette ki kendi ahlâkına ve hareketlerine çekidüzen verecektir. Fakat böyle bir fikir ve gaye yoksa en bilgili kültürlü ve medeni İnsanlar bile bir hayvandan beter olabilir.

“Biz müslümanları, mücrimler gibi yapar mıyız? Size ne oluyor? Na­sıl böyle hükmediyorsunuz? Yoksa, sizin içinde bunu okuduğunuz bir ki­tabınız mı var? Onda sizin için her istediğiniz şeyin olacağı mı yazılıdır? Yoksa sizin, kıyamete kadar sürecek bizden bir ahdiniz mi var ki, hükmet­tiğiniz size olacaktır? (Habibim) onlara sor: Buna hangisi kefil olacak? Yoksa, onların ortakları da mı var? Eğer sözlerinde doğru iseler ortakla­rını da getirsinler.” (Kalem; 35-41)

Mekkeli kabile reisleri müslümanlara diyorlardı ki, bizim sahip oldu­ğumuz bolca nimetler, bizim Allah katında sevildiğimizin ve beğenildiğimizin bir belirtisidir. Buna karşılık siz (müslümanlar) fakir ve çaresizsi­niz. Bu da demektir ki, siz Allah’ın gazabına uğramış kişilersiniz. Onun için, eğer sizin iddia ettiğiniz gibi ahiret falan olur ve başka bir dünya ku­rulursa bile biz orada yine rahat olacağız ve siz zor durumda olacaksınız. Kâfirlerin işte bu hezeyanlarına cevap olarak denilmiştir ki; Allahu Teâlâ’nın, kendisine tabi olanlar ile kendisine karşı suç işleyenler arasında ayırım yapmaması akıl ve mantığa aykırı bir şeydir. Siz dünyayı ve kâinatı Yaratan’ı (hâşâ) gözü kör olan bir hükümdar mı sanıyorsunuz ki, kendisinden yana olanlar ile kendisine düşman olanlar arasında fark gözetemesin? Siz sadece maddiyata bakıyorsunuz ve diyorsunuz ki; müslü­manlar sefil ve perişan, siz zengin ve mutlusunuz. Ama huzur ve saadetin ölçüsü bu değildir. Siz bir kerre kendi ahlâk ve amellerinize bakın ve bun­ları müslümanlarınkiyle karşılaştırın. Halbuki siz mücrim ve günahkârlar­sınız. Ahirette durum sizin sandığınız gibi olmayacaktır. Ahirette müslü­manların suçlu duruma düşeceğini sizin de mükâfatlandırılacağınızı kim söyledi? Sizde bunların kayıtlı olduğu bir kitap mı vardır? Yoksa Allah ile önceden pazarlık yapıp anlaşmaya mı varmışsınızdır? Yok, ilâh ve ilahelerinizden biri böyle söylüyorsa onu çağırın ve Allah ile böyle bir an­laşmaya varıp varmadığını sorun. Gerçek şu ki, siz kendi kendinizi aldatı­yorsunuz. Kendi kötülükleriniz, pislikleriniz ve çirkinlikleriniz için bir gerekçe arıyor ve olmadık şeyler iddia ediyorsunuz. Sizin söyledikleriniz hem akla, mantığa aykırıdır hem de herhangi bir kitapta yazılı değildir. Sizden kimse Allah ile bir anlaşmaya varmadığını da iddia edemez. Ne siz ne de ilâh ve ilaheleriniz.

“Diri diri gömülen kızlara sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldü­rüldüğü…” (Tekvir; 8-9)

Bu ayette doğrudan zikredilmeden iki önemli konuya değinilmiştir. Birincisi, Arapların ahlâkı öylesine bozulmuştu ki, kendi evlâtlarını bile hiç acımadan toprağa gömüyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) bu çirkin ve acımasız âdeti ortadan kaldırmaya çalışırken de Araplar hiç hicap duymu­yor ve yaptıkları kötülüklerde ısrar ediyorlardı. Kendi cahilane ananeleri­ni sürdürmeye kararlı görünüyorlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)’in Arap toplumunda yapmak istediği reformu kabul etmeye hazır değillerdi. Bu, onların ahirette bir hesaplaşmanın olmayacağını düşünmelerinin ve bu yüzden hiçbir şeye aldırış etmemelerinin bir belirtisiydi. Bu ayette değini­len ikinci nokta ahiretin ehemmiyeti ve zaruretidir. Burada aslında ahire­tin önemli bir delili gözümüzün önüne serilmiştir. Deniliyor ki, diri diri gömülen masum kızların ahi boşa gitmeyecektir. Onları dinleyen mutlaka biri olacaktır. Bu masum kızlara bu zulmü reva görenleri cezalandıracak mutlaka biri olacaktır. Diri diri gömülen kızların feryadını dünyada dinle­yen kimse yoktu. Cahiliyye toplumu bu gibi şeyleri revâ görüyordu ve kimse bu vahşiyane ve caniyane fiile dur diyemiyordu. Hatta buna karşı çıkan Hazreti Peygamber (a.s.)’e hakaret ediliyordu. Ne bu zavallı kızların anne babaları utanç duyuyordu ne de başka kimse onları kınıyordu. Bu adaletsizlik, zulüm, bu cinayet böyle devam edecek miydi? Tabii ki hayır. Bu ayette deniliyor ki, ahirete inanmayanlar gözlerini dört açsınlar. Bu gibi zulüm ve adaletsizlikler cezasız kalmayacaktır. Kıyamet olacaktır ve Allah’ın bir emriyle diğer ölülerle birlikte diri diri gömülen masum kızlar da mezarlarından kaldırılacak ve kendilerine sorulacaktır “ey masum kız­lar, sizin suçunuz ne idi ki, sizleri böyle diri diri gömdüler?” Yani burada dolaylı olarak bu kızları gömenlere çatılıyor ve deniliyor ki “ey vicdansız­lar sanmayın ki bu masum kızları suçsuz öldürdükten sonra kurtulacaksı­nız. Hayır ahirette bu yaptıklarının hesabını bir bir vereceksiniz. Orada kimse sizi kurtaramayacakır.”

26.1.6. Ahiret’i İnkâr Etmenin Ahlâki Sonuçları

Kur’ân-ı Kerim’de ahiretin imkânı ve gereği hakkında kuvvetli ve inandırıcı deliller verildikten sonra ahiret ile ilgili akidenin insan ahlâkı­nın temelini oluşturduğunu ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de denilmiştir ki ancak ahiret akidesi insanın kişiliğini karakterini ve ahlâkını sağlam temellere oturtabilir. Ahiret fikri ve mefhumu olmazsa, insanı baskı ve zu­lümden, fısk-ü fücurdan, fuhuş ve hayasızlıktan, hıyanet ve ihanetten, sahtekârlık ve iki yüzlülükten kurtaracak bir şey olmaz. Bu sebepten dola­yıdır ki, ahireti inkâr edenler ağızlan ile ne söylerlerse söylesinler, kendi hareket ve davranışlarıyla, ahlâk sınırlarının bulunmadığı bir özgürlük is­tiyorlar. Münkirler, kendi zevk ve sefalarını bozmamak için ahirete inan­mak istemiyorlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cahiliyye döneminde Arap toplumunda yaygın olan ahlâki çöküntüye temas edilerek şu soru sorul­muştur: Eğer bu İnsanlar, öldükten sonra bir gün Allah’ın huzuruna çıka­caklarına ve orada yaptıklarının hesabını vereceklerine inansalardı, bu ahlâki çöküntü ve bu başı boşluk bunların toplumuna girer miydi?

“İnsan, onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getirmeye­ceğimizi mi zanneder? Evet biz, onun parmak uçlarını toplamaya da ka­diriz. Fakat insan önünde olanı yalanlamak murad eder.” (Kıyâme; 3-5)

İlk iki ayette ahireti inkâr edenlerin şu itirazlarına cevap verilmiştir. Aradan yüzlerce, binlerce sene geçtikten ve ölenlerin etleri ve kemikleri toz toprak olduktan sonra dirilme işlemi nasıl gerçekleşecektir? Ölen in­sanların çoğunun kemiklerinden hiçbir eser bile kalmamışken bunlar nasıl toparlanacak ve yeniden canlandırılacaklardır? İnsanların bazısı yanıp kül olmuştur, bazıları hayvanlar tarafından parçalanmıştır, bazıları denizde boğulup balıklara yem olmuştur. Bunların vücut azaları nasıl bir araya ge­tirilip eski hallerine dönüştürüleceklerdir? Arada milyonlarca yıllık zaman farkı olabilir. Yer ve şartlar da değişik olabilir. Bütün bu itirazlara Cenab-ı Allah gayet makul bir cevap vermiş ve münkirlere şöyle bir soru yönelt­miştir: “İnsan, onun dağılmış olan kemiklerini toplayıp bir araya getirme­yeceğimizi mi zanneder?” Burada denilmek isteniyor ki şayet insanların et ve kemik parçalarının kendi kendine bir araya gelip tekrar İnsanlar haline dönüşecekleri söylenmiş olsaydı belki muhalifler ve münkirler bundan şüphe etmek ve inanmamakta haklı olacaklardı. Ama burada bu şeylerin kendiliğinden değil, Allah tarafından olacağı belirtilmiştir. Böylece Mek­keli kâfirlere hitap edilerek deniliyor ki, kendinizin de Hâlik ve Mâlik’i olan Cenab-ı Allah bu işi başarmaktan aciz midir? Gerek o devirde gerek­se bugün Allah’ı Halik olarak kabul eden birinin bu soruya menfi cevap vermesi düşünülemez. Her şeyin ve herkesin Rabbi olan Allah’ın, insanla­rın et ve kemiklerini toplayarak diriltmeye karar verdiği takdirde bunu pe­kalâ yapabileceği bilinmelidir.

Daha sonraki ayette denilmiştir ki, insanların dağılmış olan kemikle­rinin toplanması ve tekrar İnsanlar haline sokulması gibi bir vak’a şöyle dursun, Cenab-ı Allah insanların parmak uçlarım bile toplamaya ve eski hallerine dönüştürmeye kadirdir.

Son ayette ise ahireti inkâr edenlerin kalblerine inilmiş ve asıl hasta­lıklarının ne olduğu ortaya konmuştur. Burada deniliyor ki, bu adamlar, kıyametin ve ahiretin mümkün olamayacağı düşüncesiyle ahiret akidesi­ne karşı çıkmıyorlar. Bunların asıl inkâr ettikleri ve kabul etmeye hazır ol­madıkları şey bazı ahlâkî sınırlamalardır. Ahiret fikrini kabul eder etmez bu sınırlamalarla karşı karşıya kalacaklarını düşünüyor ve bu sebeple bun­lardan kaçmak istiyorlar. Bunlar şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da serbest ve mesuliyetsiz bir hayat sürmek sevdasındadırlar. Bütün ah­lâksızlık ve hayasızlıklarını, fuhuş ve adaletsizliklerini, baskı ve zulümle­rini aynen sürdürmek istiyorlar.

Aynı hususlar bu ayetlerde de ifade edilmiştir:

“Halbuki, kıyameti ancak her muanit günahkâr tekzib eder.” (Mutaffifin; 12)

“Muhakkak Allah’ın yolundan sapanlara hesap gününü unuttukları için kendilerine şiddetli azab vardır.” (Sâd; 26)

“Hayır, doğrusu siz dünyayı seversiniz. Ahireti bırakırsınız.” (Kıyâme; 20-21)

Son ayetlerde münkirlerin ahireti inkâr etmelerinin ikinci sebebi dile getirilmiştir. İlk sebep yukarıdaki ayetlerde belirtilmişti: Yani kendileri ahlâksızlıklarına açık kart verilsin diye ahireti inkâr ediyorlar. Şimdi de deniliyor ki, bu adamlar maddeci olduğu için ahireti inkâr ediyorlar. Bu adamlar dar görüşlü ve çıkarcı oldukları için her şeyi kısa yoldan elde et­mek istiyorlar. Bu dünyanın yok olmasını, kıyametin kopmasını ve ahiret­te yargılanma ve suç-ceza mekanizmasının işlemesini çok uzak bir ihtimal olarak görüyor ve uzak bir gelecekte olacak bir şeyin kendilerine herhangi bir faydasının dokunmayacağına inandıkları için ahiret fikrine boş veriyorlar. Onlar maddeyi ve bu dünyayı seviyorlar. Onlar gözle görülür ve elle tutulur bir şeye inanıyorlar. Eğer bir şeyden fayda, haz veya neşe elde edebiliyorlarsa onun varolduğuna inanıyorlar, ama bu belirti ve işaretleri görmüyorlarsa bunlara inanmıyor, güvenmiyorlar. Onlara göre bu dünya­da ne elde edebiliyorlarsa kendileri için yeterdir. Burada rahat, sıkıntı ve üzüntüden uzaklarsa hayatlarının bir şeye yaradığını sanıyorlar. Daha son­ra ne olacağını düşünmek bile istemiyorlar. Aslında bu düşünce biçimi herhangi bir akılcı temele dayanmıyordu ve inandırıcı bir yönü yoktu. Bu sadece bir çıkarcılık, başı boşluk ve kaygısızlıktı ve bütün bunların altında yatan, inatçılık ve dik başlılıktı. Yani ne olursa olsun, bunlar ahireti kabul etmeye hazır değillerdi.

“Çoklukla iftihar sizi o kadar şaşırttı ki, kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz. Bununla iftihar doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz. Sonra iftiharın doğru olmadığını yakında yine bileceksiniz. Sakının eğer kesin bir bilgi ile bilseydiniz. And olsun, o cehennemi mutlaka göreceksi­niz. Yine and olsun onu muhakkak kesin bir görüşle göreceksiniz. Sonra o gün Allah’ın nimetlerinden mutlaka sorulacaksınız.” (Tekâsür; 1-8)

Yukarıdaki sürenin başında kullanılan “elhâ-kum” kelimesi “lehv” kökünden çıkmıştır. “Lehv”in asıl anlamı “gaflet’tir. Ama Arapçada keli­me, bir insana her şeyi unutturacak aşırı ilgiden doğan “meşgale” veya “uğraş”a denilir. Bu kökten türetilen “elhâ-kum” kelimesi böylece, bir ki­şiyi her şeyden uzaklaştıracak, her şeyi unutturacak ve hatta, gâfil edecek bir uğraş anlamına gelir. Aynı şekilde “tekâsur” kelimesi de “kesret” (çok­luk) kelimesinden çıkmıştır. Kesret’in aslında üç anlamı vardır. Birincisi, bir kişi mümkün olduğu kadar “çokluk” toplamaya çalışır. İkincisi, İnsanlar çokluğu toplamakta birbirini geçerler. Üçüncüsü, insanların sahip bu­lundukları çokluktan iftihar etmeleri.

O halde, “elhâ-kum-üt-tekâsür” şu anlama gelmektedir: Çoklukla öy­lesine meşgul oluyorsunuz ki bu aşın ilgi yüzünden belki de daha önemli olan şeylerden gâfil oluyorsunuz, yani onları unutuyorsunuz. Bu ayette “çokluk”tan neyin çokluğunun kastedildiği anlaşılmıyor. Ayrıca daha önemli olan hangi şeylerin unutulduğu da açıklanmamıştır. Sadece bu de­ğil, bu ayetin muhataplarının kim olduğu da iyice anlaşılmıyor. Bu sebep­le, biz bu sözlere genel bir anlam vermeliyiz. Çokluğun anlamı o zaman çok genişlemiş olabiliyor. Bu, her şeyin çokluğu olabilir: Dünya’daki bü­tün nimetler şahsî menfaat ve faydalarla ilgili şeyler lüks eşya, haz ve zevk vasıtaları ve kuvvet ile iktidar araçları ve imkânları. Bunları elde et­mek için birbiriyle yarışmak, birbirini geçmek, başkalarına hava atmak ve gösteri yapmak ve adetâ kendini unutmak. İşte yukarıdaki ayette kastedi­len şeyler bunlardır. Muhataplar da her devirdeki ve her yerdeki fertler veya toplumlar olabilirler. Yukarıdaki ayette gafletin neticesinde nelerin unutulduğu kesin olarak anlatılmadığı için bunu da genel anlamda kulla­nabiliriz. Çokluk hevesi ve ihtirası kendilerine Allah’ı, akıbeti sınır ve so­rumlulukları unutturmuştur. Onlar ancak kendi hayat seviyelerini yükselt­meye koyulmuşlardır ve bu hevesleri yüzünden insanın değer ve kalitesi­nin ne kadar düştüğüne hiç bakmıyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar çok servet ve para kazanmak istiyorlar, ama bunların hangi yoldan elde edildi­ğine bakmıyorlar. Onlar, kendi vücutlarının ve nefislerinin zevk ve rahatı için her şeyi unutuyorlar ve bu ahlâki çöküntü ve başıboşluğun neticesinin ne olacağını hiç düşünmüyorlar. Onlar mümkün olduğu kadar kuvvet ve iktidar için siyasi iktidar, mevki ve ikbal ile ordu, silah ve araç gereç isti­yorlar ve bunları elde etmek için herkesi ezip geçmek istiyorlar. Fakat bunların Allah’ın dünyasında baskı, zulüm ve kan dökmeye yol açacağını ve insan ırkını bile yok edeceğini hiç akıllarına getirmiyorlar. Kısacası, “tekâsur” yani çokluk veya bolluğun çeşitli nitelik ve şekilleri vardır. Bunlar gerek şahıs gerekse cemiyetleri aşırı derecede meşgul ediyor. O kadar ki, bu aşırı heves ve ihtiras şeklini almış ve ilgili kişi ve cemiyetler dünyanın rahat, zevk ve lükslerine kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, diğer bütün iyi ve güzel şeyleri unutmuşlardır. Bu heves ve ihtiras onların sonu oluyor, hem de korkunç bir son. Fakat bunu düşünecek ne zamanları var ne de enerjileri.

İşte İnsanlar, bu yanlış düşünce ve tutumlarından dolayı uyarılmış ve kendilerine çeki düzen vermeleri istenmiştir. Burada deniliyor ki; ey İnsanlar, sanmayın ki bu dünya zevkleri, bu dünya meta’ları ve bu dünya sevgisinin çokluğu sizi bir yere kadar götürecektir. Siz bunları elde etmek için birbirinizle yarış ediyor ve zannediyorsunuz ki büyük kazanç ve başa­rılar elde ediyorsunuz. Ama bu başarı ve kazançlarınız sahte ve boştur. Basan ve kazancın ölçüsü bu değildir. Çok geçmeden siz bunun kötü so­nucunu göreceksiniz. Bütün hayatınız boyunca yanlış yolda ve tutumda olduğunuzu göreceksiniz. Aslında burada kullanılan “çok geçmeden” keli­melerinden “Kıyamet” ve “Ahiret” de kasdedilmiş olabilir. Zira, ezelden ebede kadar bütün zamanları görmekte olan bütün kâinatı hakimiyetinde bulunduran Yüce Allah için dünyadaki birkaç bin veya birkaç milyon yıl çok kısa bir zaman süreci olabilir. Bu kelimelerden “ölüm” de kastedilmiş olabilir. Böyle bir durumda da “ölüm” insana yakın olabilir. Bir insanın yarın ya da hemen ölebileceği ihtimali her zaman vardır. Bu sebeple, bu durumu belirtmek için de “çok geçmeden” deyimi kullanılmış olabilir. Za­ten ölümden hemen sonra da gerçekler bütün çıplaklıklarıyla ortaya çıkar. O kişi o zaman dünyadaki hayatın boş olduğunu ve uğraştığı ve mücadele ettiği bütün şeylerin faydasız olduğunu görecektir.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim bu hususta Arap toplumundan da bazı örnek­ler vererek, Ahiret düşüncesinden yoksun olmaları halinde ne gibi kötü­lüklere battıklarını dile getirmiştir:

“Ölçü ve tartıda noksan yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat insanlara verirken ölçer veya tartar­larsa eksik yaparlar. Onlar ba’s olunacaklarını bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde. İnsanların, âlemlerin Rabbi huzurunda kalkacağı gün­de.” (Mutaffifîn; 1-6)

Yukarıdaki sûrede geçen “mutaffifin” (ölçü ve tartıda noksan yapan­lar) kelimesi, Arapçada “küçük” ve “âdi” anlamına gelen “tatfif” kökünden çıkmıştır. Istılah olarak “tatfif” kelimesi ölçü ve tartıda hile yapma mana­sına gelir. Bunun sebebi de ölçü ve tartı yapanların ölçtüğü ve tarttığı şey­lerden “küçük” parça veya bölümler eksik etmesidir. Miktar az olduğu için alıcı, hileli satıcının bu el numarasını anlayamaz. Satış ve alışverişte­ki bu hile ve sahtekârlık gayet tabii ki Allah korkusu ve ahiret endişesi va­rolduğu takdirde yapılmayacaktı.

“Hayır öyle değil. Bilâkis siz yetime ikram etmezsiniz. Helâl ve ha­ram demeyip mirası alabildiğine yersiniz. Malı da pek seversiniz.” (Fecr; 17-20)

Burada Mekkeli ve Arap müşriklere hitap edilerek deniliyor ki, siz bu dünyadaki saadet ve refahı her şey sanıyorsunuz. Burada paranız pulunuz varsa şeref ve itibar kazandığınızı sanıyorsunuz. Paranız pulunuz şan ve şöhretiniz olmayınca da mağdur ve mazlum olduğunuzu düşünüyorsunuz. Halbuki hakikatte böyle değildir. Siz maddeci bir zihniyetle hareket edi­yorsunuz. Asıl değer ölçüsü ahlâk ve maneviyat olmalıdır. Para ve servet hırsı gözünüzü döndürmüştür. Siz yetimlere iyi muamele ettiğinizi iddia ediyorsunuz. Ama bu doğru değildir. Çünkü sizin asıl maksadınız o ye­timlerin mallarını yemektir. Yetimin babası ve velisi hayatta olduğu müd­detçe kendisine çok iyi davrandığınızı ima etmek istiyorsunuz. Ama o yetimin babası veya velisi vefat edince hemen yarasalar gibi mallarını gasbetmek, mülklerine konmak istiyorsunuz. Başkaları şöyle dursun, yetim­lerin en yakın akrabaları, örneğin amca, dayı ve kardeşleri de ondan yüz çeviriyorlar. Ve eğer bir ilgi gösterirlerse de sadece onun mirasına kon­mak için gösteriyorlar. Sizin toplumunuzda zor durumda olanlara yardım gibi bir gelenek ve kavram da yoktur. Aç kalanlara kimse yemek vermez. Kadınlar ve çocuklar çaresizlik içinde kıvranır ama onlara kimse yardım elini uzatmıyor. Ayrıca, ölen bir kişinin varislerinden en güçlüsü bütün mirası ele geçiriyor. Başkalarının hakkını yemekte hiçbir tereddüt göster­mezsiniz. Sizin toplumunuzda hak, hukuk ve mesuliyet diye bir şey de yoktur. Atı alan Üsküdar’ı geçer. Para, mal ve mülk edinmek konusunda kimse helâl ve haram arasında ayırım yapmaz. Mal ve mülk kazandıkça da açlığınız artar. Biraz, biraz daha diyerek her şeyi kazanmak istersiniz. Hırs ve ihtirasınızın sonu yoktur.

“Dini tekzib edeni gördün mü? Bu o kimsedir ki, yetimi şiddet ve zor­la itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya teşvik etmez.” (Mâun; 1-3)

Allahu Teâlâ burada iki misal vermek suretiyle ahireti inkâr edenle­rin ne gibi ahlâki bozukluklara uğradıklarını belirtmiştir. Burada ahireti tanımamanın iki kötü sonucundan bahsedilmiştir. Bu demek değildir ki ahiretin münkirlerinde ancak bu ayıplar bulunur; yani birincisi yetimi kovmak ve ona karşı zor kullanmak ve ikincisi aç olanlara yemek verme­mek. Hayır, bunlar benzeri ayıp ve kötülüklerin sadece belli başlısıdır. Burada denilmek isteniyor ki, bu kişiler ahirete inanmış olsalardı ve bir gün dünyadaki amellerinin hesabını vereceklerine iman etmiş olsalardı, yetimin malını yemek, onu açıkta bırakmak, onu evinden barkından sür­mek, fakir ve aç kişilerin karnını doyurmamak gibi rezil işleri yapmaya­caklardı. Zaten Beled ve Asr sûrelerinde ahirete iman edenlerin meziyet­lerinden bahsedilirken şöyle buyurulmuştur: “Merhameti tavsiye eden kimseler” ve “Hak ve sabır ile tavsiyede bulunanlar.”

26.1.7. İnsan İmtihan İçin Yaratılmıştır

Kur’ân-ı Kerim bir yandan ahiretin imkânı ve zaruretiyle ilgili her türlü şüphe ve tereddütlere son vermek amacıyla çeşitli deliller sunmuş bir yandan da insanların dünyaya çetin bir imtihandan geçmek üzere gön­derildiklerini belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, insanların yeryüzünü bir çiftlik ve eğlence merkezi olarak görmemelerini tavsiye etmiş, aksine burada ge­rek bireysel gerekse toplumsal olarak bir sınavdan geçmeleri gerektiğini bildirmiştir. İlâhi Kitap bu imtihanın sessizce veya habersizce yapılmadı­ğını insanların her zaman ve her vesile ile ikaz edildiğini belirtmiş, buna göre bu imtihana tam hazırlıklı girmelerini ve mümkün olduğu kadar en iyi puanlarla basan kazanmalarını öğütlemiştir:

“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğiniz imtihan için, ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk; 2)

Burada denilmek isteniyor ki dünyada Cenab-ı Allah hayat ve ölüm gibi işlemleri insanları imtihan etmek ve onlar arasında hangisinin ameli­nin en iyi olduğunu tesbit etmek maksadıyla başlatmıştır. Gerçekten bu küçük cümlede çok büyük hakikatler dile getirilmiştir, Birincisi, hayat ve ölüm Cenab-ı Allah’tandır. Başka kimse ne hayat verebilir ne de başkası­nın canını alabilir, ikincisi, varlığında hem iyilik hem kötülük etme kabili­yetleri bulunan insan gibi bir mahlûkun hayatı ve ölümü sebepsiz ve ga­yesiz değildir. İnsanın Hâlik’i ve Mâlik’i onu dünyaya imtihan etmek için göndermiştir. Hayat, insan için bir imtihan süresidir. Ölüm de bu imtiha­nın bitişinin ilânıdır. Üçüncüsü, bu imtihan yüzünden Yüce Allah her in­sana dünyada iyi veya kötü ameller yapma imkânı sağlamıştır. Bu sebep­le, insan dünyadaki imtihan süresini iyi değerlendirmeli ve imtihanda ba­şarılı olabilmek için elinden gelen çabayı harcamalıdır. Dördüncüsü, ki­min amelinin iyi, kimin amelinin kötü olduğuna ancak insanları yaratan Allah karar verebilir. Amelin iyiliği ve kötülüğünün seviyesini ve ölçüsü­nü imtihana giren aday değil imtihanı düzenleyen Yüce Allah yapacaktır. Bu bakımdan adayın, imtihanı düzenleyenin ne gibi sorular soracağını ve ne gibi cevaplardan hoşlanacağını bilmek zorundadır. Beşinci nokta ‘da bizzat imtihan kavramında saklıdır. Yani bu imtihanın sonunda mutlaka ceza ve ödüller verilecektir. Zira ceza ve ödül verilmeyecekse bu imtiha­nın yapılması anlamsız ve gereksiz olacak.

“Gerçekten biz insanı karışık bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve görücük kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun ister kâfir.” (İnsan; 2-3)

İşte dünyada insanın durumu ve insan için dünyanın anlamı budur. İnsan bir bitki ya da hayvan değildir, ki yaratılmasının kanunlarına göre bir süre sonra kaybolup gitmeyecektir. Ayrıca diğer dinden olanların, özellikle Hıristiyan rahiplerin düşündüğü gibi dünya ne bir azap yeridir, ne “avagon” felsefesine inanan Hinduların inandığı gibi bir ceza yeridir; ne materyalist ve dünyacıların sandığı gibi çiftlik ve otlak arazidir; ne de ça­ğımızda Darwin ile Marx’ın belirttiği gibi bir zevk ve sefa yeri ve savaş alanıdır. Kur’an-ı Kerim’e göre bu bir imtihan yeridir. İnsanın ömür veya hayat olarak nitelendiği şey aslında imtihan müddetidir. Hayat kendisine verilen mühlettir. Bu mühletten istifade etmelidir. Dünyada insanlara veri­len ne kadar meziyet ve salahiyetleri, ne gibi nimet ve imkânları hangi mevki ve makamları ve onların başka insanlarla olan ne gibi münasebetle­ri varsa, hepsi bu imtihanın çeşitli soru kâğıtlarıdır. İnsanların son nefesle­rini vereceği ana kadar bu imtihan devam edecektir. Bütün bu imtihan kâğıtları iyi ve düzgün olmalıdır ve hepsinde başarı kazanmalıdırlar’. Bu çeşit kâğıtların neticesi dünyada değil ahirette belli olacaktır. Onların ba­şarılı veya başarısız olduklarının kararı öbür dünyada verilecektir. Aslında bir insanın başarılı olup olmaması imtihana hazırlıklı girip girmemesine ve imtihan kâğıtlarını iyi yapıp yapmamasına bağlıdır. Eğer o insan ken­dini ilâh ilân etmiş, ya da Allah’ı ma’bud olarak tanımamış veya imtihanın ciddiliğine inanmamışsa hayatı boş geçmiş demektir. O imtihanı kazanmayacaktır. İmtihanı kazanamadığı için de lâyık olduğu cezaya çarptırıla­caktır. Buna mukabil bir aday var ki, imtihan yerinin icaplarına göre hare­ket etmiş, imtihan süresinin tümünü çok iyi değerlendirmiş, Ahiret’te Al­lah’ın huzuruna çıkacağını her zaman gözünüzün önünde bulundurmuştur. Gayet tabii ki imtihanı başarılı bir şekilde geçecektir. Bu adaya, imtihanın neticeleri açıklandığı zaman büyük ödüller verilecektir.

Yukarıdaki ayette daha sonra “onu işitici ve görücü kıldık” denilmiş­tir. Görünüşte bu kelimelerin anlamı insanlara dinleme ve görme duygusu verilmesidir. Ama bu iki duygu hayvanlarda da bulunur. Ne var ki Arapça­yı bilenler bilirler ki hayvanlar için “işitici ve görücü” deyimi kullanılmaz. Bu deyim sadece insanlara mahsustur. Yani, bu deyimle kastedilen insan­lara verilen bilgi ve bilgi kaynaklarıdır. Bizce, insanların duyuları arasın­da işitme ve görme en güçlü ve en önemli sayıldıkları için burada sadece bunlardan bahsedilmiştir. Yani Cenab-ı Allah’ın kastettiği, insanların bü­tün duyulan ve bilgi kaynaklan ve araçlarıdır. Bu duyular tabii ki hayvanların duyularından çok farklıdır; çünkü bu duyuların ardında düşünen bir beyin vardır. Bu beyin duyularla elde edilen malumat ve bilgiyi toplayıp bir düzene koyuyor bazı sonuçlar çıkarıyor, kararlar veriyor, görüşler ileri sürüyor vs. Bütün bunlar bir araya gelip bir insanın hayata bakış açısını belirler ve onun öyle hareket etmesini sağlarlar. O halde Cenab-ı Hakk’ın “biz insanı imtihan etmek için yarattık ve ona işitme ve görme kabiliyeti verdik” demesinin anlamı, Rabbul Alemin’in insanın imtihanda başarılı ola­bilmesi için kendisine akıl ve bilgi hazineleri vermiş olmasıdır. Demek ki, burada bir insanın sadece işitme ve görme duyulan kastedilmiş olsaydı, o zaman bir sağır veya kör böyle bir imtihandan müstesna sayılacaktı. Hal­buki hakikatte böyle değildir. Bir insan görünüşte sağır ve kör olsa dahi akıl ve bilgi kaynaklarından mahrum değildir ve bu bakımdan imtihandan müstesna sayılması söz konusu olamaz.

Kur’ân-ı Kerim’in bu hikmetli ayetlerinde daha sonra denilmiştir ki, insanlara bu meziyet ve imkânlar verildikten sonra da kendileri başıboş bırakılmamıştır. Cenab-ı Allah onlara doğru yolu da göstermiştir ve de­miştir ki senin kurtuluşun ve mutluğunun bu yolun izlenmesindedir. Ken­disine Allah’a şükretme veya O’nın rızasına göre hareket etme ve küfret­me, yani O’nun gazabını kazanma yolları açık açık gösterilmiştir. Bundan sonra karar kendisine kalmıştır. İstediği yolu seçebilir, ama neticelerine de katlanmalıdır. Beled sûresinde aynı meseleye şöyle temas edilmiştir: “Ona iki yol (yani hayır ve şer yolu) gösterdik”. Şems sûresinde şöyle bu­yurulmuştur: “Sonra da ona kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim.”

Yukarıdaki açıklamaları gözümüzün önünde bulundurarak ve de Ce­nab-ı Allah’ın insanın hidayeti için hangi imkânları sağladığını da unut­mayarak yukarıdaki ayetteki “gerçekten biz ona (doğru) yol gösterdik” de­yimini inceleyecek olursak bunun sadece bir tek değil bir kaç yol olduğu­nu anlarız. Şöyle ki:

1. Her insana akıl, mantık, zekâ ve ilim gibi muhtelif imkân ve me­ziyetlerin bahşedilmesinin yanı sıra bir ahlâk hissi de verilmiştir. Buna göre insan hayır ve şer, iyi ile kötü arasındaki farkı anlayabilir. Bu ah­lâk hissi sayesinde o insan bir türlü yapamadığı bazı işlerin iyi olduğunu ve bir türlü terk edemediği bazı huy ve alışkanlıkların kötü olduğunu bi­lir. Bir takım İnsanlar kendi menfaatleri için bazı kötülükleri kendileri­ne helâl ve mübah sayarlar ve bunu haklı göstermek için bir takım tez ve felsefeler ortaya atarlar. Fakat aynı ahlâk hissi bu insanlarda da uyan­dığı zaman bazı ilginç olaylara rastlarız. Şöyle ki, aynı kötülükler kendile­rine yapıldığı zaman birden bire parlayıverirler ve kendi geliştirdikleri ku­ral ve felsefeleri bir yana bırakıverirler. İşte bu gibi durumlarda anlaşılı­yor ki bu İnsanlar kendi ağızlarıyla ne söylerlerse söylesinler bazı ebedi hakikatleri değiştiremezler ve doğru ile yanlışın ne olduğunu bildiklerini belli ederler. Aynı şekilde iyi amel, dindarlık ve dürüstlük belki de bir ta­kım çevreler tarafından gericilik, aptallık ve cehalet olarak telakki edile­bilir, ama bu çevreler bir gün bu iyi amel işleyen ve dürüst davranan İnsanlar tarafından kritik bir anda kurtarıldıkları zaman onların değerim an­larlar.

2. Her insanın vücuduna “kınayan nefis” veya “vicdan” adında bir his ve meziyet yerleştirilmiştir. Bu bir bakıma bir dizgin veya emniyet sübabıdır. Vicdan her an ve her vesile ile bir insanın kötülükler ve haksızlıklar yaptığı, yapmaya kalkıştığı ve hatta bunlara niyetlendiği zaman onu fren­lemeye çalışır. Bir insan bu vicdanı her ne kadar uyutmaya ve hatta öldür­meye çalışırsa çalışsın, bunu tam manasıyla başaramaz. Bir insan dünyada hiçbir zaman tamamıyla vicdansız olamaz ve olmayı da sevmez. Bu insan kendi nefsini (vicdanını) aldatmak için bin bir özür, bahane ve hileler uy­durmaya çalışabilir. Fakat insanın içindeki bu “hakem” ve “müfettiş”, bu gibi durumlarda hiç rahat etmez. Bu dokuz canlı muhasip en kötü huylu ve niyetli insanda bile tamamıyla ölmez. Belki biraz da saklı ve hissiz ka­lır, ama tamamıyla yok olmasına imkân yoktur. Vicdan eninde sonunda ve bazen hiç beklenmedik bir anda en ahlâksız ve vicdansız insanda bile isyan edip varlığını ispatlayabilir. Nitekim, Kıyâme sûresinde aynı husus dile getirilmiştir. “İnsan kendi nefsine karşı şahiddir. Bütün mazeretlerini almış olsa da.” (Kıyâme; 14-15)

3. Gerek insanın kendi vücudunda, gerekse dünyada, kâinatta ve için­deki her şeyde, Allah’ın kuvveti ve kudretinin sayısız işaret ve alametleri vardır. Bütün bunlar herhangi bir şüpheye meydan vermeyecek şekilde Allah’ın varlığını ortaya koyuyorlar. Bu işaret ve alametler aynı zamanda Allah’ın tek olduğunu, Allah’ın birden fazla olması halinde her şeyin altüst olacağını belirtiyorlar. Göklerde ve canlılarda var olan bu işaretler kıya­met ve ahiretin de olacağını kanıtlarlar. Eğer insan bunlara göz yumar, ak­lını kullanıp bunları incelemez ve gözden geçirmez ya da hangi gerçeklere işaret ediyorlarsa onları kabullenmekten çekinirse, bu kendi hatasıdır. Ulu Allah ise bu hususta kendi vazifesini tam olarak yapmıştır ve bütün ger­çekleri insanların önüne sermiştir.

4. İnsanın kendi hayatında, çağdaş dünyasında ve de geçmişte, geçiri­len tarihi tecrübeler ve karşılaşılan olaylar, kendilerine ve bütün evrene üstün bir varlığın hakimiyetinin bulunduğunu gösterirler. Bu hakimiyet karşısında herkes çaresiz kalıyor, bu hâkimiyetin iradesi her yerde ve her zaman görülüyor ve bunun yardımına herkes ve her şey muhtaç bulunu­yor. Bu tecrübe ve müşahedeler sadece insanın dışında meydana gelen bir olay değildir. Aksine insanın kendi tabiatında da bu üstün hâkimiyetin be­lirtileri vardır. Bundan dolayıdır ki en dinsiz ve imansız bir insan bile bazen ellerini Allah’a açıp yalvarma ihtiyacını duyar ve ezeli bir müşrik bile bütün tanrı ve tanrıçalarını bırakıp tek Allah’ı yardımına çağırmaktan geri kalmaz.

5. Gerek insan aklı gerekse tabiat kanunları bir suçun cezalandırılmasını, buna karşılık iyi ve hayırlı bir fiilin sahibine ödül verilmesini gerekli kılmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki, insan toplumlarının dünyada ilk defa gelişmeye başladıklarından bu yana şu veya bu şekilde adalet ve insafın üstün kılınmasına çalışılmıştır. Takdir edilecek ve övülecek bir iş için ödüllendirme geleneği geliştirilmiştir. Bu da demektir ki, ahlâk ile kader kanunları arasında inkâr edilmez bir bağ vardır. Şimdi dünyamızda birçok suçun yeterince ve hatta hiç cezalandırılmadığı ve buna mukabil birçok iyi iş ve hizmetin kâfi derecede değerlendirilip mükâfatlandırılmadığı hat­ta, mükâfata hiç lâyık görülmediği gerçeği kabul edilirse, Ahiret’in de ola­cağı teslim edilmelidir. Ancak akılsız ve inatçı bir kişi, adalet ve insafı bekleyen bir kişinin bu kavramlardan tamamıyla yoksun bir dünyada doğ­duğunu iddia edebilir.

6. İnsanların doğru yola sevki için varolan bu çeşitli imkân ve ihti­malleri güçlendirmek amacıyla Yüce Allah peygamberlerim ve kitaplarını dünyaya göndermiştir. Peygamberler gereken nasihat ve tebliğde bulun­muş ve kitaplarda da şükretme ve küfretmenin yollan açık açık kaydedil­miştir. Bu iki yola gidilmesinin sonuçları da bütün çıplaklığı ile gözlerin önüne serilmiştir. Peygamberler ile ilâhi kitaplara öğretileri hissedilir his­sedilmez öylesine yayılmıştır ki, dünyada hiçbir toplum Allah kavramı, ahiret fikri, iyilik ve kötülük arasındaki fark, ahlâk kuralları ve diğer siya­si ve içtimai kanunlardan habersiz kalmamıştır. Bu toplumlardan bazıları da bu kaide ve kuralları da bazen kimden ve nereden geldiğini bilmeden ve araştırmadan kabul etmişlerdir. İşin tuhafı, bütün peygamberler ile kitaplarını reddeden ya da bunlardan habersiz olan kişi ve gruplar bile pek çok konularda aynı peygamber ve kitapların öğüt ve öğretilerini bilinçsiz­ce kabul ediyorlar.

26.1.8. Karar Günü

Bundan sonra Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde imtihanın neticesinin bu dünyada değil, ahirette ve belli bir zaman sonra açıklanacağı belirtil­miştir. Neticelerin açıklanacağı karar gününde yakın ve uzak geçmişin bütün milletleri diriltilip tek tek sorguya çekilecek ve herkes kendi ameline göre cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır.

“Fasıl ve hüküm günü, onların cem’ olacağı gündür.” (Duhan; 40)

“De ki, muhakkak hem öncekiler hem de sonrakiler, belli günün mu­ayyen bir vaktinde hemen toplanacaklardır.” (Vakıa; 49-50)

“(Birinci) sûra üfürüldüğünde Allah’ın dilediği müstesna olmak üze­re göklerde ve yerde olanlar düşüp ölmüştür. Sonra sûra bir kerre daha üfürüldüğünde hepsi kalkarak bakarlar.” (Zümer; 68)

“Zalimlere; ‘amellerinizin cezasını tadın’ denildiğinde.” (Zümer; 24)

Yukarıdaki son ayette “kesb” kelimesi kullanılmıştır. Kur’ân-ı Ke­rim’in ıstılahına göre bu kelimenin anlamı, “insanların kendi amellerine göre hak ettikleri ceza veya ödül”dür. İyi amel işleyen bir kişi Allah nez­dinde takdir edilecek ve mükâfatlandırılacaktır. Ama ameli kötü olan biri de hak ettiği cezayı bulacaktır.

“Bugün herkes kazandığı ile karşılanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Allah, hesabı çok çabuk görendir.” (Mü’min; 17)

Burada denilmek isteniyor ki, Mahşer’de, yani Hesap Günü’nde kim­seye haksızlık ve zulüm yapılmayacaktır. Bu deyim çok anlamlıdır. Hesap Günü’nde ölçüsüz ve tutarsız herhangi bir işlem yapılmayacaktır. Zerre kadar hata ve yanlışlık yapılmayacaktır. Kime ceza veriliyorsa tam verile­cektir. Ne bir fazla ne bir eksik. Ceza ve ödüllendirme konusunda haksız­lık ve zulmün pek çok şekilleri vardır. Meselâ bir kişi hak ettiği mükâfatı alamaz, ikincisi, mükâfatı alır ama az alır. Üçüncüsü, biri cezayı hak etmemiştir ama ceza yemiştir. Dördüncüsü, cezalandırılması gereken suçlu ce­zalandırılmamıştır. Beşinci, birine az ceza verilmesi gerekirken fazla ceza verilmiştir. Altıncısı, zâlim mazlumun gözünün önünde hiçbir ceza yeme­den, tahliye edilir. Yedincisi, bir suçlunun yerine masum bir kişi ceza yer. Yüce Allah demek istiyor ki, Son Mahkeme’de bu zulümlerden hiçbiri ol­mayacaktır.

26.1.9. Allah Her İnsanın Yaptıklarından Haberdârdır

Kur’ân-ı Kerim’de ayrıca, dünya denilen imtihan yerinde her insanın yaptıklarını Cenab-ı Allah’ın doğrudan bildiği kaydedilmiştir. İnsanın hiç­bir hareketi, hatta aklına getirdiği hiçbir fikir Allah’tan gizli değildir. Do­layısıyla, Hesap Günü’nde insan, karşısında bütün hayatında ne yaptığını ve ne düşündüğünü çok iyi bilen bir Kadir-i Mutlak’ı bulacaktır.

“Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın. Çünkü O, kalblerde olanı bilir.” (Mülk; 13)

“Onlar kendilerinin sırlarını ve gizli müşaverelerini işitmediğimizi mi zannediyorlar? Hayır işitiyoruz. Onların yanlarında elçilerimiz var­dır, yazıyorlar.” (Zuhruf; 80)

“Ve biz ona nefsinin verdiği vesveseleri de biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf; 16)

“Her nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir. Allah işlediğiniz şeyleri görücüdür.” (Hadid; 4)

“Allah gözlerin hain bakışını ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder.” (Mü’min; 19-20)

26.1.10. Allah’ın Mahkemesinde İnkâr Edilmez Deliller Sunulacaktır

Fakat Kur’an-ı Kerim’de verilen ayrıntılara göre Cenab-ı Allah Hesap Günü’nde mahkemesinde kararını verirken keyfi davranmayacak ve rasgele karar vermeyecektir. Dünyada yaşamış olan her insan için bir defter tutulmuş ve dosyalar hazırlanmıştır. Bu defter ve dosyalardan müteşekkil olan tutanak İlâhi Mahkeme’de herkesin gözünün önüne serilecek ve ilgili kişinin yaptıklarına dair inkâr edilmez deliller sunulacaktır.

“(insanın) sağ ve sol tarafında oturan ve onun amellerini yazan iki kâtip meleği hatırla. O bir söz atmaya dursun, onun yanında muhakkak hazır bir gözcü vardır.” (Kaf; 17-18)

Yani, bir yandan Cenab-ı Allah insanların düşündüklerini ve yaptıkları hareketleri doğrudan biliyor, diğer yandan da her insanın fikir ve ha­reketlerini kayda geçirmek üzere iki meleği görevlendirmiştir. Bu melek­ler insanların her düşündüğünü ve her hareketini defterlerine kaydediyor­lar. Onların gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Bu demektir ki, bir insan Allah’ın mahkemesinde yaptıklarının hesabını verirken, Yüce Allah hem onun bütün amelini bir kitap gibi bilecektir, hem de amelinin tutanağını iki melekten alıp kendisine ve başkalarına da okutabilecektir. Bir bakıma herkesin ameliyle ilgili vesikalı bir delil İlâhi Mahkeme’de bulunacaktır. Bu vesika veya tutanağın gerçek şekli ve mahiyetinin ne olacağını söyle­yemeyiz, ama bu hususta tahminlerimizi yürütebiliriz. Bilindiği gibi insa­nın yaşadığı belli bir zaman ve mekânı vardır. İnsanın içinde yaşadığı, ne­fes aldığı, çalıştığı bir ortam vardır. Bu ortam ve muhitte her zerreye ve her şeye insanın sesi ve hareketlerinin bizim göremediğimiz resim ve şe­killeri kaydedilmiş oluyor. İşte bu resim ve şekiller birer ses bandı ve vi­deo filmi gibi İlâhi Mahkeme’de tekrar çalıştırılıp oynatılabilir ve geçmiş, olduğu gibi yaşanabilir. İnsanoğlu bu işi bugün sınırlı bir düzeyde yap­maktadır. Ama her şeye kadir olan Allah’ın melekleri bu işleri mükemmel bir şekilde becerebilir ve geçmişi yaşatabilirler. İnsanın kendi vücudu ve etrafındaki eşya ve yaratıklar adeta birer teyp ve film makinesidirler ve burada insanın her sesi ve her hareketi kaydediliyor ve filme alınıyor. Bu makine ve aletler ahirette çalıştırılıp insanın kendi sesi ve hareketleri ol­duğu gibi dinletilebilir, gösterilebilir. Böylece insanın bütün yaptıkları bir film gibi önüne gelecektir ve o zaman bunları inkâr etmesi ve bunlardan kaçması mümkün olmayacaktır.

Burada tekrar hatırlatalım, Son Mahkeme’de Cenab-ı Allah kimseyi rasgele mahkûm etmeyecektir. Aksine adalet ve hukukun bütün şartları­nın yerine getirilmesine dikkat edecektir. Duruşma ve davanın mükemmel bir şekilde neticelenmesi için de dünyada herkesin amel defteri her an, sa­tır satır işlenmektedir.

“Halbuki üzerinizde gözetleyici bekçiler vardır. Kerim olan kâtipler var. işlediğiniz şeyleri bilirler.” (İnfitâr; 10-12)

Yani siz ne yaparsanız yapın, ister Ceza ve Mükâfat Günü’nü inkâr edin, ister yalanlayın ya da alaya alın, gerçeği değiştiremezsiniz. Gerçek şu ki, Rabbiniz sizi yularsız bir deve gibi bir çiftliğe salmamıştır. Aksine her birinizin üzerine bir bekçi tayin etmiştir. Bu bekçi ve muhafızlar çok dürüst, tarafsız ve adildirler. Bunların işi, iyi ve kötü amellerinizi tam bir tarafsızlık içinde deftere geçirmektir. Bu meleklerden hiçbir şey gizli de­ğildir. Siz ister karanlıkta, ister yalnız bir köşede, ister ıssız bir adada ve­ya çölde olun, kısacası hangi durumda olursanız olun, bu melekler sizleri adam adım izlemektedirler. Yukarıdaki ayetlerde gözlemci melekler için “kerim” (şerefli, soylu) sıfatı kullanılmıştır. Yani bu melekler tarafsız, adil, sözlerinde ve hareketlerinde doğru ve dürüst varlıklardır. Görevleri­ne bağlıdırlar ve her şeyi Allah’ın emrine göre ve O’nun rızası ile yaparlar. Bunların ne kimse ile şahsi düşmanlığı var ne de yakınlığı ve ard düşün­cesi. Onlar kimse hakkında yanlış bir şey yapmaz ve yalan ile iftirada bu­lunmazlar. Emanetlerine hıyanet etmezler. Bu sebeple görevlerini yapma­dan başkaları hakkında yalanlarla dolu tutanak hazırlamazlar. Rüşvetçi değillerdir ki bazılarından rüşvet alıp haklarında iyi şeyler yazsınlar. Me­lekler bütün bu ahlâki kötülük ve ayıplardan arınmışlardır. Bu sebeple, hem iyi hem kötü İnsanlar kendi tutanaklarının tamamıyla gerçeklere uy­gun olarak hazırlandığından emin olabilirler. Bu meleklerin özelliklerin­den bahsedilirken “işlediğiniz şeyleri bilirler” de denilmiştir. Yani bu me­lekler dünyamızdaki casuslar, ajanlar ve istihbarat teşkilatlarıyla kıyaslanmamalıdırlar, çünkü bu kişi ve kuruluşların yetki ve bilgileri sınırlı oldu­ğu için bazen birçok şeyi doğru dürüst öğrenemezler. Melekler her insa­nın yaptıklarından haberdardırlar. Onlar her zaman ve her yerde insanları gölge gibi izlemektedirler; hem de bu işi, ilgili şahısların hissedemediği şe­kilde yaparlar. Bu bakımdan bunların defteri ve tutanağı mükemmel ve eksiksizdir. Onların defterine girmeyen insanların yaptığı hiçbir iş yoktur. Onun için, Kehf sûresinin 49. ayetinde şöyle denilmiştir:

“Amel defterleri meydana konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeyler­den korkmuş ve ürkmüş görürsün. ‘Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini saymış’ derler.”

“Arz içindeki ağırlıklarını çıkardığında insan ‘buna ne oluyor?’ der. O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin öyle yapmasını ona vahyetmiştir.” (Zilzâl; 2-5)

Aynı konuya İnşikak sûresinin 4. ayetinde şöyle temas edilmiştir: “İçinde olanı dışarı atıp boşaldığında.” Bu sözlerin birçok anlamı vardır. Birincisi şudur: İnsanlar yeryüzünde toprakta, öldükten sonra ne durumda iseler, o durumda dünya tarafından dışarıya atılacaklardır. Bundan sonraki cümleden anlaşılacağı gibi insanların vücutlarının parçaları tekrar birleşerek eski hallerine döneceklerdir. Zira, böyle olmayacaksa o İnsanlar “bu dünyaya ne oluyor?” diye hayretlerini nasıl belirtecekler? Bu İnsanlar tek­rar eski hallerine döndürülmez ve onların yerine yeni İnsanlar yaratılırsa onlar dünyanın eski halini nasıl bileceklerdir? Yukarıdaki ayetlerin ikinci anlamı şudur: Dünya, sadece içindeki insanları dışarıya fırlatmayacaktır, ayrıca ölü insanların hayatlarında yaptıkları bütün işler ve ameller ile ilgili birikmiş olan bütün defter, bilgi ve bulguları da dışarıya atacaktır: Dünya, içindeki bütün servetini, meselâ altın, gümüş, kıymetli taşlar ve mücev­herleri ortaya atacaktır ve İnsanlar bunları gördükten sonra hayıfla diye­cektir ki, “ne yazık, biz bu değersiz şeyler için dünyada birbirimizi boğaz­lıyorduk, başkalarının haklarını yiyorduk, namusumuzu satıyorduk, hır­sızlık, soygunculuk ve cinayet yapıyorduk, adamların yollarını kesiyor­duk, denizde korsanlık yapıyorduk, birbirimizle kavga ediyorduk, hatta milletler arasında büyük savaşlar çıkarıyorduk. Bugün bu altın ve kıymetli taşların hepsi önümüzdedir ama bunlar hiçbir işe yaramıyor, aksine suç­lanmamıza ve cezalandırılmamıza sebep oluyor.”

Yukarıdaki ayetlerde kullanılan “insan” kelimesi çoğul olarak da ka­bul edilebilir. Yani, dirildikten sonra bütün İnsanlar hayret içinde, “Allah, Allah bunlara ne oluyor, biz nerdeyiz, bu dünyaya ne oluyor?” diye kendi kendilerine soru yöneltecekler. Daha sonra gerçeği öğrenecekler. Kendile­rinin Mahşer’de olduklarını ve hesap vermek üzere bulunduklarını göre­ceklerdir. Bu “insan” kelimesiyle “ahiretin münkiri” de kastedilmiş olabi­lir. Ahireti inkâr eden şahıs mümkün olmadığını düşündüğü şeyin gözleri­nin önünde cereyan ettiğini görünce şaşıp kalacaktır ve olup bitenlere bir türlü inanamayacaklardır. İmanlı kişilere gelince, onlar için sayılacak bir şey olmayacaktır, çünkü her şey onların inandığı ve bildiği gibi cereyan edecektir.

Yukarıdaki ayetlerde daha sonra şöyle denilmiştir: “O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır. Çünkü Rabbin öyle yapmasını ona vahyetmiştir.” Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin naklettiği hadise göre Rasûlullah (a.s.) bu ayet­leri okurken sahabelere sordu: “Biliyor musunuz burada zikredilen haber­ler nelerdir?” Sahabeler dedi ki, “Allah ve O’nun Rasûlü daha iyi bilir.” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “O haberler şunlardır: Yer her erkek ve dişi ku­lun kendi sırtında yaptığı amel hakkında şahitlik yapacak ve filan gün fi­lan işi yaptığını söyleyecektir. İşte yer bu haberleri anlatacaktır.” (Müs­ned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Abd bin Hamid, İbn’ul Münzir, Hakim, İbn Merduye, Beyhakî fiş-Şu’ab). Hz. Rabi’at’ul-Cüreşi’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular: “Yeryüzünden korkun, çünkü bu sizin kök ve temelinizdir. Yeryüzü ister iyi ister kötü amel işle­yen herkes hakkında bilgi verir.” (Mu’cem’üt-Taberânî). Hz. Enes (r.a.)’in naklettiği hadis-i şerife göre Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular. “Kıyamet günü, yer sırtında işlenen her ameli alıp getirecektir.” Rasûlullah (a.s.) bunları dedikten sonra yukarıdaki ayetleri tilavet ettiler. (Bin Merduye, Beyhakî). Hadis ve tarih kitaplarında Hz. Ali’nin biyografisi anlatılırken şöyle denilmiştir. Hz. Ali bütün fakir fukara arasında sadaka, zekât vs. da­ğıttıktan sonra Beyt’ul-Mal’i boşaltınca iki rek’at namaz kılar ve Beyt’ul-Mal’e hitap ederek şöyle derdi: “Sen şahit ol, ben seni hak ile doldurdum ve hak ile boşalttım.”

Yeryüzünün kendi sırtında geçen olaylar hakkında şahitlik yapacağı yolundaki ifade belki de eski çağlarda, İnsanlar için çok şaşırtıcıydı. Onlar yeryüzünün nasıl konuşabileceğine hayret etmiş olabilirler. Fakat biz mo­dem bir çağda yaşıyoruz. Modern çağın her türlü teknik gelişmelerine sa­hibiz. Bugün fizik ilminin buluşlarının yanı sıra, sinema, hoparlör, radyo, telsiz, televizyon, teyp ve diğer pek çok elektronik cihaz ve aletlere sahi­biz. Bu devirde, yeryüzünün kendi geçirdiği tecrübeleri nasıl anlatacağına şaşılmamalıdır. İnsanın ağzından çıkan sesler, fezaya, radyo dalgalarına, evlerin duvarlarına, döşemelerine, damına dağılır ve yerleşirler. Eğer in­san açık bir arazide, yolda veya tarlada konuşmuşsa ses dalgaları etrafa dağılır. Öyle ki bu dalgalar etraftaki eşyalara çarparak aynen söylendiği gibi tekrarlanabilirler. Buna modern terimde “yankı” denilir. Bu yankı bir sesin inişini, çıkışını, konuşanın şivesini ve tarzını aynen yansıtabilir. Sa­dece bu değil, çağdaş bilim bu hususta daha ileriye gidilebileceğini kanıt­lamıştır. İnsan nerede ve nasıl hareket etmişse aynen kayıt edilebilir, hare­ketlerinin resmi ve şekli etrafındaki eşyalara yansıyabilir. Eğer bir insan karanlıkta bile bir hareket yapmış, bir suç işlemiş veya iyi bir iş yapmışsa Allah’ın kudreti orada da hareketlerini kayıt edecek ışın ve dalgalan yara­tacaktır. Aslında Allah nezdinde karanlık ve aydınlık gibi kavramlar an-lamsızdır.O, her zaman ve her yerde her şeyi görebilir, işitebilir. Bütün bu çekilen resimler şekiller ve kaydedilen bantlar kıyametten sonra ahirette herkese gösterilecek ve dinletileceklerdir. O zaman herkes kendisinin dünyada ne yaptığını kendi gözleriyle görecek, kendi kulaklarıyla duya­caktır.

Ahiretteki mahkeme ve duruşma her bakımdan mükemmel olacaktır. Karar da her yönüyle noksansız olacaktır. Herhangi bir haksızlık, adalet­sizlik ve yanlış değerlendirmenin imkân ve ihtimali yoktur. İlk önce, dü­rüst ve vazifelerine düşkün melekler amel defterini mahkemeye sunacaklardır. Bu amel defteri, meleklerin her insanı gölge gibi izledikleri sırada hazırlanmış olan en sağlam ve tarafsız bir belgedir. Duruşmada bu amel defteri sanığa verilecek ve kendisine şöyle denilecektir:

“İşlerinin defterini oku. Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nef­sin yeter.” (İsrâ; 14)

İnsan bu defteri okuyunca hayrete düşecek ve dünyadaki hayatı sıra­sında en ufak bir hareketinin bile meleklerin gözünden kaçmadığını anla­yacaktır (Kehf; 49). Bundan sonra insanın dünyada kullandığı ve tanıdığı kendi vücudu vardır. Allah’ın mahkemesinde insan vücudunun her organı kendi hamili hakkında şahitlik yapacaktır. Ağız ve kulakları ne söyledik­lerini ve ne duyduklarını anlatacaklar, el ve ayakları da kendilerinin ne için kullanıldıklarını açıklayacaklardır (Nur; 24). Gözleri ne gördüklerini anlatacaktır. Vücudunun derisi hangi işleri yaptığını söyleyeceklerdir. İnsan şaşkınlık içinde kendi organlarına bakacak ve “siz de mi benim aley­himde tanıklık yapıyorsunuz” diyecektir. Organları diyecekler ki, bugün kimin emriyle nasıl her şey konuşuyorsa, Allah’ın emriyle biz de tanıklık yapıyoruz (Fussilet; 20-22). Bundan sonra yer, gök ve kâinatın diğer şey­leri var. Bunlar sanığın seslerini ve hareketlerini yansıtacaklardır. Sadece bu değil, insanın gizli amelleri, niyetleri ve düşünceleri de bir bir ortaya dökülecektir. İşte bu gibi sağlam, katı ve inkâr edilmez deliller ve belgeler ortaya çıktıktan sonra sanık için kaçacak yol kalmayacaktır ve o hiçbir ba­hane veya hile uyduramayacak, kendisini savunacak herhangi bir şey söy­leyemeyecektir. Bu hususta Mürselât sûresinin 5-36 ayetlerinde açık açık ikazlar yapılmıştır.

“Amel defterleri meydana konulur. Mücrimleri o kitapta olan şeyler­den korkmuş ve ürkmüş görürsün. ‘Eyvah bize bu ne kitaptır. Ne küçük ne de büyük bir şey unutmayıp hepsini saymış’ derler, işledikleri şeyin ceza­sını hazır bulurlar. Rabbin hiçbir kimseye haksızlık etmez.” (Kehf; 49)

Yani daha önce işaret ettiğimiz gibi Allah’ın mahkemesinde her hangi bir haksızlık ve adaletsizlik olmayacaktır. Meleklerin yazdıklarında en ufak bir fazlalık veya eksiklik olmayacaktır.

“Onların işledikleri her şey amel defterlerinde yazılıdır. Küçük ve büyük her şey yazılıdır.” (Kamer; 52-53)

Doğru yoldan sapmış olanlar veya Allah’ı ve Ahiret’i tanımayanlar, dünyada yapılan ve olup biten her şeyin kaybolup gittiğini sanmasınlar. Aksine her insan, her toplum ve her milletin amel defteri, dosyası ve kar­nesi mükemmel bir şekilde işlenip hazırlanmıştır ve belirlenen gün ve sa­atte ortaya çıkarılıp değerlendirilecektir.

“Allah, hepsini dirilttiği günde kendilerine işledikleri şeyleri haber verecektir. Ve Allah onların unuttuklarını saymıştır. Allah her şeye şâhid­dir.” (Mücadele; 6)

Yani kâfirler, müşrikler ve sapıklar bir şeyi unuttular diye her şey bit­miş sayılmaz. Onlar bir veya birçok şey unutabilirler. Bu, onların bileceği iştir. Onlar için Allah’a itaatsizlik ve emirlerine karşı gelmek belki de unu­tulacak cinsten şeyler olabilir. Fakat Allah katında bunlar büyük günah ve korkunç suçturlar. Allah bu suç ve günahların ne kadar vahim olduğunu çeşitli vesilelerle anlatmıştır. Eğer bu uyarılar onların gözlerini açmamışsa açmasın, Allah bu hususta ne yapacağını bilir. Kâfirler ve münkirlerin her sözü ve her hareketi, meleklerin titizlikle hazırlamakta olduğu amel defterinde kayıtlıdır.

“O gün, onların ağızlarına mühür vururuz. Ne yaptıklarını bize elleri söyler, ayakları (ve diğer azalan) da şâhidlik eder”. (Yasin; 65)

Bu muamele, son derece inatçı ve küstah sanıklara revâ görülecektir. Yani suçlarını itiraf etmeyen, haklarında düzenlenen amel deflerinin ka­yıtlarını inkâr eden ve aleyhlerinde yapılan, şahitliklere de aldırış etmeyen suçluların ağızları kapatılacak ve bundan sonra vücutlarının azalan onla­rın aleyhinde şahitlik yapacaklardır.

“Kıyamet günü, kendi dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeyler için aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.” (Nûr; 24)

Şimdi burada bir soru aklımıza gelebilir. Bir yandan Yâsin sûresinde sanıkların “ağızlarına mühür” vurulmaktan bahsediliyor ve diğer yandan yukarıdaki Nûr sûresinin ayetinde onların dillerinin şahitlik edeceklerin­den söz ediliyor. Bu iki ifade arasında bir tezat yok mudur? ikisi arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Bunun cevabı şudur. Ağızlarına mühür vurulma­nın manâsı, onların konuşma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır. Yani bundan sonra bu adamlar kendi dilleriyle kendi istedikleri gibi söz söyle­yemeyeceklerdir. Dillerinin aleyhlerine şâhidlik etmelerinin manâsı da bu adamların dillerinin konuşmaya başlamalarıdır. Yani diller, bu zalim ve günahkâr kişilerin kendilerini nasıl kullandıklarını, ne gibi küfür, yalan ve fitneler yaratmak için bir vasıta haline getirildiğini anlatacaklardır. Bu ba­kımdan her iki ifadede bir tezat veya tenakuz yoktur.

“Nihayet oraya ulaştıklarında dünyada işledikleri şeyler hakkında kulakları, gözleri ve derileri kendilerinin aleyhinde şâhidlik edecektir. Onlar derilerine: ‘Niçin aleyhimizde şâhidlik ettiniz?’ derler:Deriler de, ‘Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti. Sizi ilk defa o yarattı. Ve O’na dön­dürülürsünüz’ cevabını verirler.” (Fussilet; 20-21)

Hadis-i şeriflerde yapılan açıklamalara göre inatçı ve küstah bir sanık kendi suçlarını kabul etmek ve verilen delilleri reddetmekte ısrar etmeye başlayınca Allahu Teâlâ’nın emriyle o sanığın vücudunun bütün azalan onun aleyhinde şâhidlik etmeye başlayacaklardır. Bu hususta Hz. Enes, Hz. Ebû Musa Eş’arî, Hz. Ebû Saîd ve Hz. İbn Abbas (r.anhüm)’ın güveni­lir ve muteber hadisleri vardır. Bu hadisler Rasûlullah (a.s.)’a atfen Müs­lim, Nesâî, İbni Cerîr, İbni Ebî Hatım ve Bezzâr gibi muhaddisler tarafın­dan nakledilmiştir.

Yukarıdaki ayetler daha önce kaydettiğimiz ayetlerle birlikte ahiret âleminin bir hayaller âlemi değil, gerçek bir dünya olacağını göstermekte­dirler. Ahiret âleminde tıpkı dünyamızdaki gibi İnsanlar vücut ve ruhlarıy­la beraber yeni bir hayata başlayacaklardır. Ahirette dünyadaki gibi İnsanlar aynı madde, malzeme ve unsurlardan oluşacaklardır. Ahirette taşı­dıkları vücutlar dünyadaki gibi olacaktır ve azaları da aynı olacaktır, çün­kü böyle olmazsa Allah’ın mahkemesinde vücut sahibinin aleyhinde şâhidlik edecekleri yolundaki ifade manasını kaybeder. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetleri de dikkate şayandırlar: İsra (49-51), Mü’minûn (35-38, 82-83), Nur (24), Fussilet (10), Yâsin (65,78, 79), Saffât (16-18), Va­kıa (47-50) ve Nâziât (10-14).

“Ölüleri biz diriltiriz. Ve gönderdikleri şeyleri ve eserlerini de biz yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.” (Yâsin; 12)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki her insanın amel defterine üç ayrı şey iş­leniyor. Birincisi, bir insan hayatında ne yapıyorsa, ister iyi ister kötü olsun, hepsi bu deftere kaydediliyor. İkincisi, bu deftere, insanların kendi çevrelerinde ki eşyaya ve bizzat kendi azalarına bıraktıkları izler ve etki­ler ahirette bir araya gelip öyle bir hava yaratacaklardır ki bir tarafta o in­sanın sesi duyulacak, başka bir tarafta niyet, düşünce ve fikirleri onun zi­hin perdesinde yazılı duracak ve gene başka bir tarafta iyi ile kötü fiilleri­nin bütün bir filmi ortada gösterilecektir. Üçüncüsü, bu insanı, ölümünden sonra gelecek nesilleri, kendisini veya diğer toplumları ve bütün insanlığı olumlu veya olumsuz yönde etkilemiş olan eserleri de onun hesap defteri­ne yazılıyor.

“(Habibim) Sen her ümmeti diz çökmüş bir durumda göreceksin. Ve her ümmet kendi amel defterini almaya çağırılacaktır. (Onlara şöyle de­necek) ‘Bugün istediğiniz şeylerin karşılığı verilecek.’ İşte kitabımız yüzü­nüze karşı hakkı söylüyor. Şüphesiz yaptıklarınızı biz (meleklere) yazdırı­yorduk. ” (Casiye; 28-29)

Burada kullanılan “yazdırıyorduk” kelimesi geniş bir anlam taşımak­tadır. Bu, sadece kalemle kâğıda yazmak anlamına gelmez. Bu kelime “kaydettiriyorduk” anlamına gelebilir. Yani, insanların söz ve fiillerinin kaydedilip onların tekrar aynı şekilde ortaya çıkarılmasının çeşitli yolları­nı bizzat insan bulmuş durumdadır. Bunun, şimdiye kadar keşfedilmemiş diğer birçok şekilleri de olabilir. Her şeye gücü yeten Yüce Allah, tabii ki bunların hepsini bilmektedir ve bunları kullanmaya kâdirdir. Cenâb-ı Al­lah, insanların niyet ve arzulan ile fikirlerini, söz ve fiillerini kaydetmek için sayısız imkânlara sahiptir ve O bütün bunları kullanabilir. Böylece, Kıyamet Günü’ne kadar hiçbir kimsenin haberi olmadan her fert, her ce­miyet ve her milletin amel defterleri mükemmel bir şekilde hazırlanmış olacaktır.

“Peygamberler bir araya getirildikleri zaman.” (Mürselât; 11)

Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif yerlerde ve müteaddit defalar Mahşer’de insanoğlunun davası Allah’ın mahkemesine sunulduğu zaman her milletin peygamberinin çağırılıp o millete Allah’ın emir ve talimatını olduğu gibi iletip iletmediği konusunda ifade etmesinin isteneceği kaydedilmiştir. Bu, Cenâb-ı Allah’ın doğru yoldan sapan ve Allah ile Rasûlüne itaat etmeyen sapık kimselere karşı en büyük hüccet ve delillerinden biri olacaktır. Bu delille, bu sapık insanların kendi kötü akıbetlerini kendilerinin hazırladıkları açıklanacaktır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’in, şu sûre ve ayetlerine müracaat edilebilir: “Tefhîm-ul Kur’an” II. A’râf, (âyet; 172-173). IV, Zü­mer (âyet; 69) VI, Mülk (âyet; 8).

“Mahşer yeri Rabbinin nûru ile parlar. Amel defterleri ortaya çıkar. Peygamberler ve şâhidler getirilir. Mahşer halkı arasında adaletle hük­molunur, hiç kimseye zulmolunmaz.” (Zümer; 69)

Peygamberler Allah’ın mahkemesinde verecekleri ifadede gayet tabii ki Allah’ın emir ve talimatını eksiksiz meb’us oldukları milletlere ilettikle­rini söyleyeceklerdir. Yukarıdaki ayette bu hususa değiniliyor ve peygam­berlerin böyle yapacağı belirtiliyor. Sadece peygamberler değil, gerçekleri görmüş olan diğer şâhidler de benzeri ifadelerde bulunacaklardır. Bu şâhidler hem peygamberlerin Allah’ın mesajını halka ilettiklerini, hem halkın buna nasıl tepki gösterdiğini ve amellerinin ne olduğunu da anlata­caklardır. Bu şahidlerin insan olmaları şart değildir. Melekler ile cinler, hayvanlar, ev ve duvarlar, bitki ve ağaçlar ve bizzat insanların azaları da şâhid sayılabilirler.

“Bilmez ki, kabirdekiler dışarı çıkarılıp diriltildiği zaman, Kalpler­deki sırlar meydana çıkarıldığı zaman.” (Âdiyât; 9-10)

Yani ölmüş İnsanlar nerde ve ne durumda ise oradan çıkarılıp dirilti­lecek ve tekrar eski hallerine döndürüleceklerdir. Bu insanların bütün gizli düşünce, arzu, niyet, amaç ve hareketleri hepsi bir bir ortaya çıkarılacak­tır. Bunlar titizlikle incelenecek ve değerlendirilecektir, iyileri bir tarafa, kötüleri de başka bir tarafa ayıklanacaklardır. Başka bir deyişle, Allah’ın mahkemesinde karar sadece dış görünüş ve görülen hareket ve fiillere da­yanılarak değil, ard niyet ve düşünceleri de süzgeçten geçirildikten sonra alınacaktır. Bu noktayı gözümüzün önünde tutarsak gerçek ve mükemmel adâletin Allah’ın mahkemesinden başka bir yerde bulunamayacağına kâni oluruz. Dünyada lâik yasaların geçerli olduğu ülkelerde bile, bir suçlunun sadece işlediği suça bakılarak değil, bunu işlerken taşıdığı düşünce ve ard niyetinin de incelenmesine önem veriliyor. Fakat dünyanın hiçbir mahke­mesi ve yasası, bir insanın gerçek niyet ve düşüncelerini bilecek ve değer­lendirecek imkânlara sahip değildir. Bu işi ancak Cenâb-ı Allah becerebi­lir, çünkü O her şeyi görmekte, işitmekte ve bilmektedir.

“Bütün sırların meydana çıktığı günde. O gün insan için ne kuvvet ne de yardımcı vardır. Dönen gök ile türlü türlü nebat yetiştiren arz ile ka­sem ederim ki, Kur’an hak ile bâtılı ayıran bir kelâmdır. O bir lâtife ve eğlence değildir.” (Târık; 9-14)

Burada, “sırlardan” dünyada insanların yaptığı bütün gizli ameller kastedilmiş olabilir. Ayrıca, dışta işlenen bir işin ardında saklı olan niyet, duygu, arzu ve etkenler de kastedilmiş olabilir. Kıyamet gününde bütün bunlar açığa çıkarılacaktır, ilâhî mahkemede bir insanın sadece ne yaptı­ğına bakılmayacak, ayrıca ne sebeple, ne gaye ve niyetle yaptığı da araştı­rılacaktır. Bazen, bir insanın gizli düşünce ve amelleri daha sonraki nesil­leri ve ülkeleri de etkileyebilir. Kıyâmet gününde, ekilen fitne ve fesâd to­humlarının meyvelerinin ne zamana kadar yenildiği ve bunlardan kimlerin zehirlendiği de iyice araştırılıp değerlendirilecektir.

Yukarıdaki ayetlerin sonunda, anlatılan hususların ciddiyetine dikkat çekilmiştir. Burada denilmiştir ki, nasıl ki göğün dönmesi, yağmurun yağ­ması ve topraktan bitkilerin yetişmesi birer inkâr edilmez gerçektir, insa­nın kendi Yaratanına döneceğine dair Kur’ân-ı Kerim’in verdiği haber de doğru ve ciddidir. Bunlar şaka değil, inkâr edilmez gerçeklerdir.

“Fakat o en büyük belâ geldiğinde, O gün insan yaptığı amelini an­layacaktır. ” (Nâziât; 34-35)

Burada denilmek isteniyor ki insan, dünyada kendisine haber verilen büyük muhasebe gününün gelip çattığını görünce amel defteri kendi eline verilmeden önce dünyada yaptığı bütün amellerini tek tek hatırlamaya başlayacaktır. Zâten bu tür heyecan ve korku dolu anlar dünyada da yaşa­nıyor. Korku ve ölüm ânında birçok kişi geçmişte gördüklerini duydukla­rını ve yaptıklarını bir bir hatırlamaya başlar ve bütün bunlar bir film şeri­di gibi gözünün önünden geçer.

“O gün cehennem de mahşere getirilir. O gün insan, amellerini ha­tırlar. Fakat ona bu hatırlama fayda vermez. ‘Keşke hayatım için hayırlı ameller göndereydim’ der.” (Fecr; 23-24)

Yani, Ahirette insanların akılları başlarına gelse de ne fayda, iş işten geçtikten sonra ne yapabilirler ki? Asıl dünyadaki hayadan sırasında ya-

puan ikâzlara kulak vermeliydiler ve iyi amel işlemeliydiler. Şimdi ne yapsalar boştur.

“Her nefs âhirete ne gönderdiğini ve dünyada ne bıraktığını bilecek­tir.” (İnfitâr; 5)

Yukarıdaki ayette kullanılan “mâ kaddemet ve ahharet” kelimeleri birçok anlamda kullanılabilir:

1) İnsan dünyada bulunduğu sürece ne kadar iyi ve kötü şeyler yapıp öbür dünyaya göndermişse “mâ kaddemet”tir, yapamadığı iyi ve kötü şey­ler ise “mâ ahharet”tir.

2) İnsanın yaptığı bütün işlerin bir sırası vardır. Bunların öncekileri “mâ kaddemet”, sonrakileri ise “mâ ahharet”tir. Yani, insanların bütün yaptıkları ve yapamadıkları amel defterlerine sıra ile ve kronolojik ola­rak işlenmiş olacaktır,

3) İnsanın ömrü boyunca yaptığı iyi veya kötü amelleri “mâ kaddemet”tir. Yani, bunlar öbür dünyaya değerlendirilmek için gönderilmiş amellerdir. Bu insanın, ölümünden sonra, amellerinin insan toplumunda bıraktığı etkileri ise “mâ ahharet”tir. Yani bunlar geride bırakılanlardır.

“O gün amellerini görmek için İnsanlar fırka fırka mezarlardan çı­karlar. Bir zerre ağırlığınca hayır işleyen onu (mükâfatını) görür. Kim de bir zerre ağırlığınca şerr işlerse onu (cezasını) görür.” (Zilzâl; 6-8)

İlk ayetin iki anlamı olabilir. Birincisi, kıyamet gününde herkes ken­disinden sorumlu olacaktır. Aile, cemiyet, parti ve milletler dağılmış ola­cak ve herkes birer fert olarak Allah’ın huzuruna çıkacak ve yaptıkları­nın hesabını verecektir. Bu noktaya Kur’ân-ı Kerîm’in bazı diğer yerle­rinde de temas edilmiştir. Meselâ, En’âm sûresinde Allah’ın insanlara şöy­le dediği kaydedilmiştir: “Sizi yarattığımız gibi huzurumuza yalnız ola­rak geldiniz.”(94) Meryem sûresinde de şöyle denilmiştir. “O bize yalnız gelecektir”(80). Ve “Onların hepsi kıyamet günü tek başına geleceklerdir”(95). Yukarıdaki ayetin ikinci anlamı da şu olabilir. Dünyadaki hayatları sırasında binlerce, yüz binlerce milyonlarca yılda ölmüş olan insanların gruplar halinde dünyanın çeşitli yerlerinden tekrar hayata döndürülüp Allah’ın huzuruna çıkarılacaklardır. Nitekim, Nebe’ sûresinde aynı noktaya değinilmiştir: “Sûr’a üfürüldüğü günde hepiniz fevc fevc geleceksiniz”(18).

“Amellerini görmek için” deyiminin manası, Mahşer’de iyi ya da kötü olan herkese dünyada neler yaptığını öğrenebilmesi için amel defterlerinin verilmesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa hayli açıklık getirilmiştir. Nite­kim, birçok yerinde ister kâfir, ister mü’min, ister sâlih, ister fâsık, ister Allah’a itaat eden, ister itaat etmeyen herkese amel defterlerinin verileceği belirtilmiştir. (Bk: Hâkka; 19-25, inşikak; 7-10). Gayet tabii ki, birine amel defterinin gösterilmesi veya okuyabilmesi için kendisine verilmesi arasında herhangi bir fark yoktur. Maksat, onun kendi amelini görmesidir.

Daha sonra “bir zerre ağırlığınca hayır işleyenin ve bir zerre ağırlı­ğınca şerr işleyenin mükâfatını veya cezasını göreceği” ifade edilmiştir. Bu ifadeye de dikkat edilmelidir. Bunun basit manası, insanların zerre ka­dar iyilik ve kötülüklerinin de Allah’ın gözünden kaçmayacağı ve hepsi­nin mükâfatı ve cezasının verileceğidir. Fakat, bu deyimle, ahirette her­kese zerre kadar iyiliğin mükâfatının ve zerre kadar kötülüğün cezasının ayrı ayrı verileceğini anlamak yanlış olur. Çünkü böyle olursa en sâlih ve mü’min kişi bile hayatında işlediği en ufak hatanın cezasını çekecektir, di­ğer tarafta en azgın kâfir ve günahkâr kişi hayatında yaptığı en ufak iyili­ğin mükâfatını alacaktır. Bu anlam, hem Kur’ân-ı Kerîm’in, hem de ha­dis-i şerifin sarih ve bâriz ifadelerine ters düşmektedir. Ayrıca, akıl, man­tık ve adalet kuralları böyle bir şeyin olmasına izin vermez. Meselâ, diye­lim ki sizin çok sadık, vefakâr ve fedakâr bir hizmetçiniz vardır. Bu hiz­metçi bir gün ufak bir hata işlemiştir ya da birden fazla önemsiz kusurda bulunmuştur. Şimdi, siz kalkıp bu hizmetçiye ceza mı vereceksiniz? Akıl ve adalet böyle bir davranışınıza müsaade etmez. Bunun gibi, sizin besle­diğiniz ve yetiştirdiğiniz bir kişi size karşı isyan eder ve sizi aldatır, kısa­cası nankörlük eder; fakat siz onun genel tutum ve davranışlarını unutup en ufak bir iyiliği veya hizmeti için kendisine mükâfat verirseniz aynı ha­taya düşülmüş olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadiste mümin, münâfık, kâfir, sâlih mü’min ve hatalı mü’min, zâlim ve fâsık mü’min, salt kâfir ve salt kâfir-i müfsid ve zâlim gibi çeşitli tipteki İnsanlar için mükâfat ve ce­zaların kaide ve kanunları etraflıca anlatılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu hususta koyduğu bazı usuller vardır ki, şöyle özetlenebilir.

Birincisi, kâfir, müşrik ve münâfıkların, iyi veya hayır olarak kabul edilen amelleri iptal edilecektir ve bunlar Ahirette bu ufak tefek iyi amel­lerinin mükâfatını alamayacaklardır. Evet, bu iyi işlerin bazı mükâfatı mutlaka vardır, ama bunlar bu kişilere dünyada verilecektir. (Tafsilat için bk: A’raf; 147, Tevbe; 17, 67-69, Hûd; 15-16, İbrahim; 18, Kehf; 104-105, Nûr; 39, Furkan; 23, Ahzab; 19, Zümer; 65 ve Ahkâf; 20)

İkincisi, kötülüğün cezası, kötülük derecesine göre verilecektir; ama iyiliğin mükâfatı birkaç kat fazla olacaktır. Bazı yerlerde mükâfatın, asıl işin 10 katı olacağı belirtilmişken bazı yerde de Allah’ın mükâfatı istediği kadar büyütebileceği kaydedilmiştir. (Bk: Bakara; 261, En’âm; 160, Yu­nus; 26-27, Nûr; 38, Kasas; 84, Sebe; 37, Mü’min; 40).

Üçüncüsü, eğer mü’minler büyük günahlardan sakınmaya çalışırlarsa, küçük günâhları affedilecektir: (Tafsilat için bk: Nisâ; 31, Şûra; 37, En-Necm; 32).

Dördüncüsü sâlih bir mü’min yargılanırken kendisine müsamahakâr davranılacak, onun ufak tefek günâhlarına bakılmayacak ve iyi amelleri için iyi mükâfat verilecektir. (Tafsilât için bk: Ankebût; 7, Zümer; 35, Ahkâf; 16, İnşikak; 8).

Hadis-i şeriflerde de bu meseleye tam bir açıklık getirilmiştir. Biz daha önce İnşikak sûresinin tefsirinde Kıyamet günü hafif ve yumuşak, sert ve ağır hesaplaşma ile ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in bazı sözlerini nakletmiştik: (Bk.: Tefhim-ul Kur’ân, VI, İnşikak, 6. dipnot). Hz. Enes’in naklettiği hadise göre bir defasında Hz. Ebû Bekr (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.) ile beraber yemek yiyordu. O sırada İnşikak sûresi indi. Hz. Ebu Bekr derhal yemeği bıraktı ve Rasûlullah (a.s.)’a sordu. “Ya Rasûlullah (a.s.) benden sadır olan zerre kadar kötülüğün neticesini görecek miyim?” Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, “Ey Ebu Bekr (r.a.) dünyada hoşlanmadı­ğın hangi işi yaparsan o senden sadır olan zerre kadar kötülüklerin bedeli­dir. Ve zerre kadar iyiliklerini ise Allah Âhiret’te senin için biriktirmekle­dir.” (İbn Cerir, İbn Ebî Hâtim, Taberanî fi-l Evsat, Beyhakî fiş-Şu’ab, İbn-ul Münzir, Hâkim, İbn Merdûye ve Abd bin Hamîd).

Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Ebu Eyyûb Ensarî’ye de bu ayetle ilgili olarak şunları buyurmuştur: “Sizden hayır bir iş yapan mükâfatını ahi­rette alacaktır, kötü bir iş yapan ise bu dünyada âfet ve hastalıklar şek­linde cezasını bulacaktır.” İbn Merdûye, Katâde, Hz. Enes’e istinâden Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in şu sözlerini nakletmiştir. “Allahu Tealâ mü’min’e zulüm etmez. Allah dünyada mü’min’e iyiliklerine karşılık mükâfat olarak rızık veriyor ve ahirette hakkettiği mükâfatını verecektir. Kâfire gelince, dünyada onun yaptığı iyi işlerin mükâfatı verilmiş oluyor. Böylece, Kıyamet olunca onun hesap defterinde hiçbir iyilik bulunmaya­caktır.” (İbn Cerîr). Mesrûk, Hz. Ayşe (r.a.)’ye dayanarak diyor ki, bir de­fasında Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.)’a sordular: “Abdullah bin Cud’ân cahi­liyye döneminde hayır ve iyi işler yapardı, fakir fukaraya merhametliydi, aç ve açıkta kalanlara yemek ve sığınacak yer verirdi, misafirperverdi, mahkûmların da serbest bırakılması için uğraşırdı. Ahirette bunların bir bedeli var mıdır?” Rasûlullah şu cevabı verdiler: “Hayır, o (Abdullah bin Cud’an) ölene kadar, ‘Rabbim Hesap Günü’nde benim hatalarımı affeyle­ye’ dememişti”. (İbn Cerîr). Rasûlullah (a.s.) bu nevi bazı diğer cevaplan, Cahiliyye döneminde çok iyi ve hayır işler yapmış ancak kâfir ve müşrik olarak ölmüş olan bazı diğer kişilerin durumuyla ilgili olarak da vermiş­tir. Fakat yine Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerinden anlaşılıyor ki, gerçi kâfir ve müşriklerin hayır işleri kendilerini Cehennem azabından kurtar­mayacaklardır, fakat Cehennem’de bu kişiler diğer fâsık ve fâcirler kadar ağır cezaya tabi tutulacaklardır. Meselâ, bir hadise göre Hâtim Tâî cö­mertliği yüzünden nisbeten daha az ve hafif azap görecektir. (Ruh-ul Me’ânî).

Ne var ki, bu ayetler dikkatimizi çok önemli bir noktaya da çekiyor­lar. O da şudur, iyilik veya kötülük her ne kadar küçük ve önemsiz olursa olsun kendi başına bir değer taşımaktadır ve bunlar gözardı edilecek ve unutulacak cinsten şeyler değillerdir. Bu demektir ki, bir iyilikten, her ne kadar küçük olursa olsun, vazgeçilmemelidir. Damlaya damlaya göl olur. Küçük iyilikler ve sevaplar bir araya gelip Allah katında büyük bir iyilik ve sevap sayılırlar. Aynı şekilde çok ufak ve önemsizdir diye bir kötülük ya da günah işlenmemelidir. Çünkü bu gibi küçük günahlar birikip dağ kadar büyüyebilirler. Hadislerde bu noktaya önemle değinilmiştir. Buhârî ile Müslim’de Hz. Adiyy bin Hâtem’in bir rivâyeti şöyledir. Rasûlullah (a.s.) buyurdular. “Cehennem ateşinden sakının. Eğer bu bir hurma ver­mek ya da iyi bir söz söylemek vasıtasıyla da olsa.” Aynı Hz. Adiyy bin Hatem’in diğer hadisi de şöyledir: “Rasûlullah buyurdular. Su almak iste­yen birinin kovasını kuyuya atmak ya da kendi kardeşlerinizden biriyle güler yüzlü görüşmek gibi iyi ve hayırlı işleri küçük görmeyin.” Buhârî’deki kayıtlara göre, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Peygamber (a.s.)’in ka­dınlara şöyle dediğini nakletmiştir. “Ey müslüman kadınlar, bir keçinin ayak ucu bile olsa, bir komşu kadın başka bir komşu kadına bir şey gön­dermeyi küçük görmesin.” Müsned-i Ahmed, Nesâî ve İbn Mâce’de Hz. Ayşe’nin şu hadisine rastlanmaktadır. Rasûlullah (a.s.) derdi ki, “ey Ayşe küçük sayılan günâhlardan sakınmaya çalış, zira Allah katında bunların da hesabı sorulacaktır.” Müsned-i Ahmed’de Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un şu hadisine rastlanmaktadır. Rasûlullah (a.s.) buyurdular. “Küçük günâhlar­dan sakının, zira bunlar bir gün insan üzerine toplanacak ve onu nihayet boğacaklardır.”

26.1.11. Âhiret’te Kimse Kimseye Yardımcı Olmayacaktır

Kur’ân-ı Kerîm’in ahiretle ilgili ifade ettiği son önemli nokta, öbür dünyada kimsenin kimseye yardım edemeyeceğidir. Orada herkes kendi­sini düşünecektir. Anne, baba, kardeş, koca, karı, eş, dost, pır veya mürit kimse, kimsenin yardımına koşamayacak, her ne kadar arzu ederse de yar­dım edemeyecektir. Herkes dünyada yaptıkları veya yapamadıklarıyla baş başa kalacaktır. Amel defterinde ne yazılıysa onunla yetinmek zorunda kalacaktır. Bir kişinin zerre kadar günâhını başkası alamayacaktır. Aynı şekilde bir kişi zerre kadar sevâbını başkasına devredemeyecektir. Zâten normal adâlet kuralları buna müsaade etmez. İlâhî adalet te buna meydan vermeyecektir. En son söz, en son karar Mâlik-i Yevmûd-Din olan Rabb­ul ‘Âlemin’in elinde olacaktır. Allah’ın mahkemesinde Allah’ın izin ver­mediği kimse ağzını açmaya ve başkaları için şefaatte bulunmaya cesaret edemeyecektir.

“Günah işleyen bir kimse başkasının günahını çekmez. Eğer günah yükü ağır gelen bir kişi başka birini onu taşımaya çağırırsa, bu akrabası da olsa kendisine ondan bir şey yükletilmez.” (Fâtır; 18)

Yani Allah katında herkes kendi amelinin sorumlusu olacaktır ve bu­na göre ya cezalandırılacak ya da mükâfatlandırılacaktır. Bu yüzden Cenâb-ı Allah’ın bir kişinin amel yükünü başkasına atmasına hiçbir imkân yoktur. İlâhi mahkemede kimse kimsenin amel yükünü alamayacak ve kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Bu sözleri söylemenin bir sebebi de Mekke’de İslâmî davete evet diyen bazı kimselere mani olunması ve eş dostlarının, “Atalarınızın dinini bırakıp yeni dini kabul etmeyin, azap da olsa sevap da olsa, bizim boynumuzda olacaktır” demeleriydi.

Bunun için, yukarıdaki ayette ilk önce Allah’ın adaletinin önemi vur­gulanmış ve Allah katında bir kişinin günâh ve sevabının başkasına atıla­mayacağına işaret edilmiştir. İkinci cümlede de deniliyor ki, bugün “bize güvenerek küfredebilir ve günah işleyebilirsiniz; kıyamette sizin günahı­nızı biz üstleneceğiz” diye sizi kötülüğe ve günâha sevk edenler aslında yalan söylüyorlar. Kıyamet gelince yalanlarının meydana çıktığını göre­ceklerdir. O gün zaten kendi yaptıklarının hesabını veremeyecek ve baş­kalarının yardımına muhtaç olacak bu kişiler, sizi açıkça aldatıyorlar. Kı­yamette, Mahşer’de kardeş kardeşe ve baba oğluna sırtını çevirmiş olacak­tır. Kimse kimsenin günahının zerre kadarını üstüne alamayacaktır.

“O gün insan kaçar: Kardeşinden. Anasından ve babasından. Karı­sından ve çocuklarından. O gün bunlardan herkesin kendisine yetecek bir işi vardır.” (Abese; 34-37)

Yani Mahşer’de bir insan, dünyada kendisine en yakın olan ve kendi­sinin en çok sevdiği akrabalarının zor durumda olduğunu görünce onlara yardım edeceği yerde kendisini yardıma çağırmasınlar diye onlardan ka­çacaktır. Yukarıdaki ifadenin bir manası da şu olabilir: Dünyada Allah’tan korkmadan ve ahireti düşünmeden bu kişiler birbiri için çeşitli günahlar işliyordu ve birbirini kötü yola sevk ediyorlardı. Fakat ahirette bu ortak­laşa kötü hareket ve günahların kötü neticesini gördükten sonra herkes birbirinden kaçmaya çalışacaktır. Böylece başkalarının günah ve sapıklık­larının sorumluluğu kendilerine yüklenmesin diye onlardan bucak bucak kaçacaklardır. Herkes birbirine şüphe ve korkuyla bakacaktır. Ama bu he­rifler mahkemede aleyhimizde şâhidlik yapmasın diye, kardeş kardeşten, evlâtlar anne ve babalardan ve karılar kocalarından kaçacaklardır.

“Hiçbir dost bir dostu sormayacak. Onlar birbirine gösterilir. Gü­nahkâr o günün azabına (karşılık şunları) fidye olarak vermeyi ister; ev­latlarını karısını ve kardeşini. Kendisini barındırmakta olan akrabasını. Ve yeryüzünde olanların tamamını; sonra kendisini kurtarsın.” (Mearic; 10-14)

Yani, Mahşer’deki muhakeme gizli, saklı olmayacaktır ki, kimse hiç­bir şey görmesin. Hayır, her şey herkesin gözünün önünde olacaktır. Ak­rabalar, akrabalarıyla yüzleştirilecek, arkadaşlar da arkadaşlarının önüne çıkarılacaktır. Herkesin akrabaları, yakınları ve dostları gözlerinin önünde olacaklardır, ama onlara neler olduğunu, başlarına neler geldiğini sormaya cesaret edemeyecektir. Zira onu hep kendi akıbeti düşündürecektir. He­saplaşma ve cezanın şiddetinden kurtulmak için herkes kendi akraba ve yakınlarını birer fidye olarak kullanmak isteyecektir. D isteyecektir ki, bu akrabalarını fidye verip canını kurtarsın. Ama buna imkân yoktur. Herkes kendi cezasını kendi çekecektir, kendi hesabını kendi görecektir.

“O gün zâlimler için acıyacak ve şefaati kabul olunacak kimse yok­tur.” (Mü’min; 18)

Burada “zalimlerden; Hak’tan sapan, hakkı kabul etmeyen, her türlü haksızlık eden ve başkalarının hakkını yiyenler kasdedilmiştir. Bu ayette kâfirlerin, müşriklerin ve diğer sapık insanların “şefaat” ile ilgili yanlış düşünce ve inançları tümüyle reddedilmiştir. Aslında Allah katında, ahi­rette zâlimlerin şefaatinin sözü bile olmaz. Zira şefaat olunmaları için izin verilen kişiler âncak, Allah’a itaat etmiş ve O’nun yolunu takip etmiş kişi­ler olacaktır. Ayrıca, şefaat eden kişiler de Allah’ın sevgili kullan, pey­gamber v.s. olmalıdırlar. Allah’ın sevgili kulları ise kâfir fâsık ve facir­lerin dostu olamazlar ve onları kurtarmaya da çalışamazlar. Fakat burada kâfir ve sapıkların genel inancının reddi için böyle bir ifade kullanılmıştır. Kâfirler geçmişte ve bugün de diyorlar ki her ne olursa olsun, ahirette biz peygamber ve velilere yalvarıp Cehennem ateşinden kurtuluruz. Onların şefaati sayesinde Cehennem’e gitmeyeceğiz diye kendi kendilerini aldatır­lar. Cenâb-ı Allah bu tür fikir ve inancın yanlış olduğunu bu vesile ile an­latmıştır.

“Rûh ve meleklerin saf olarak huzuru ilâhide durdukları günde on­lardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler.” (Nebe’; 38)

Yani, Mahşer’de, ilâhi mahkemede Allah’ın hükümranlığı o kadar bü­yük olacaktır ki, ister cin ve melek, ister İnsanlar olsun kimseden çıt çık­mayacaktır. Herkes saf saf Allah’ın huzurunda bulunacak, ama ağzını açamayacaktır. Cenâb-ı Allah konuşma izni vermedikçe kimse tek bir lâf söylemeyecek, mahkemenin işlerine karışmayacaktır. Burada işaret edil­diği gibi, şefaate ancak iki şartla izin verilecektir. Bir; ancak Allah tara­fından izin almış olan bir kişi, yine Allah’ın merhametine nail olan bir ki­şi lehinde şefaatte bulunabilir. İki; şefaat eden kişi de makul ve ölçülü hareket etmeli, gereksiz ve haksız yerde şefaatte bulunmamalıdır. Bundan şu anlam da çıkıyor. Şefaat olunacak kişi mutlaka müslüman olmalıdır. Yani günahkâr olsa da kâfir olmamalıdır. Kâfir için şefaat söz konusu de­ğildir.

“Öyle bir gündür ki hiç kimse kimseye sahip olamaz. O gün emir Al­lah’ındır.” (İnfitâr; 19)

26.1.12. Konunun Özeti

İslâmî davetin işte bu maddesi öylesine kuvvetli, inandırıcı, makul ve tutarlı biçimde ve öylesine açıklıkla anlatıldı ki, kâfir ve müşriklerin “peki, öyleyse atalarımızı mezarlarından çıkar” gibi saçma sapan meydan okumaları hiç de etkili olamadı ve tutunamadılar. Sadece kendi menfaat ve faydaları için kavga ve münakaşa edenler elbette ki menfi tutumlarını sürdüreceklerdi, inatçılıklarını bırakmayacaklardı. Ama, bu bir avuç dik başlı inatçı kişilerin dışında akıl ve mantığın sesini anlayan pek çok kişi vardı. Bunlar ahiretin ne imkânsız ne de akla ters olacağını düşünüyorlar­dı. Allah’a hesap vermek fikrinden yoksun olan bir insanın dünyada hak hukuk ve adaletin bütün kurallarına tamamıyla uyacağını kimse garanti edemez. Ayrıca, kâinatımız ve hayat düzenimiz yok olup, kıyamet, Mah­şer ve ahiret gerçekleşmeden bütün İnsanlar diriltilip cezalandırılmadan veya ödüllendirilmeden insanların gerçek ve mükemmel bir şekilde hak ve adalet bulmalarının başka yolu da yoktur.

26.2. AHLÂK VE FAZİLETLE İLGİLİ HÜKÜMLER

İslâmi davet, yukarıda bahsettiğimiz temel akide ve inançlar hakkın­da gayet inandırıcı ve etkileyici deliller verdikten sonra herkesin önüne ahlâk ve faziletin geniş, müstakil ve daimî bir nizamını sundu. Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan ve dinleyen bir kişi, İslâm’ın ahlâk mefhûmunun ne oldu­ğunu, nasıl bir ahlâkı benimsediğini, nasıl bir ahlâkı reddettiğini, insanlı­ğın hangi şeklinin müslümanlarca makbul olduğunu ve insanların hangi davranış ve hareketlerini tasvip etmeyip, değiştirmek veya tamamıyla or­tadan kaldırmak istediğini, ne tür insan ve cemiyetler yaratmak istediğini, kötülüğü nasıl gördüğünü, bunun sebeplerini nasıl tesbit ettiğini, bunun insan toplumunda ne şekillere büründüğünü, iyiliğe nasıl baktığını, iyili­ğin kaynağının ne olduğu, bunun gelişme ve yayılmasının yollarının ne olduğunu nasıl anlattığını kolayca anlayabilir. Kur’ân-ı Kerim, İslâm’ın gayesinin zâten kötülük ve günâhın bütün sebeplerini ortadan kaldırmak, iyilik ve sevap yollarını aramak ve genişlemek olduğunu ifade etmiş, bi­reysel ve toplumsal düzeyde kötülüklere son verip iyilikleri tesis etmek olduğunu açıklamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in bu ifade ve açıklamaları öylesine açık, ayrıntılı, etkileyici, sürükleyici büyüleyici ve akla ve mantığa yat­kındı ki, Cahiliyye toplumunun etkisiyle yüzyıllardan beri ahlâksızlığın en alt düzeylerine inmiş olanlar bile, İslâmî davetin bu hikmetini anla­makla ve kavramakta gecikmediler. Onlar, İslâmiyet’in kötü olarak nite­lendirdiği şeyin gerçekten insanlığın yüz karası olduğunu ve bu Hak di­nin, fertler ile cemiyetleri içine sokmak istediği kalıbın insanlığın en iyi örneği olduğunu anlamakta gecikmediler.

26.2.1. Ahlâk İle İlgili Bazı Temel Gerçekler

İslâm’ın ahlâk ve fazilet kavramının İnsanlar tarafından iyice anlaşıl­ması için kendilerine bazı temel gerçekler anlatıldı.

“İnsan ve onu yaratana. Sonra da ona kötülüğünü ve takvasını ilhâm edene yemin ederim ki, Muhakkak nefsini ıslâh ve temiz kılan kişi felâha ermiştir. Onu kirleten de mahv ve helâk olmuştur.” (Şems; 7-10)

Burada denilmek isteniyor ki, Cenâb-ı Allah insana, hayat sürmesini en uygun şekilde mümkün kılacak vücut, boy, eller, ayaklar ve beyin v.s. bahşetmiştir. Cenâb-ı Allah, insana görmek, işitmek, dokunmak, tatmak ve koklamak için, oranları ve özellikleri bakımından, kendisine en iyi bil­gi aracı olabilecek duyular vermiştir. Allahu Teâlâ, insana, dünyada insa­nın yapabileceği işleri becermek için akıl ve fikir, ikna kabiliyeti, hayal gücü, hafıza, fark gözetme ve ayırım yapma yeteneği, karar ve irade gücü ve diğer pek çok zihinsel kuvvet ve meziyet vermiştir. Yüce Allah, insanı, içgüdü ve tabiatı bakımından kötü veya doğuştan günahkâr değil, iyi ve dürüst olarak yarattı. Böylece, doğru yolu takip etmek istediği zaman bu­na meyletmesine açık kapı bıraktı.

Yukarıdaki “ilhâm” kelimesinin özel bir anlamı vardır. İlham kelime­si ıstılah olarak Allah tarafından bir kavram veya fikrin, kuluna gayrı şuûrî olarak aktarılması anlamına gelmektedir, insana kötülük ve takvânın ilhâm edilmesinin iki manâsı vardır. Birincisi, Cenâb-ı Allah insanın tabi­atında iyilik ve kötülüğü ve her ikisinin eğilim ve yeteneğini yaratmıştır ve insan bunları zaman zaman kendi kendine hissetmektedir. İkincisi, Cenâb-ı Allah, insanların bilinçaltında, ahlâkta iyi ve kötü diye bir şeyin bulunduğu, iyi ve güzel ahlâk ile kötü amellerin aynı olmadığı, kötülükten kaçınılması ve takvânın geliştirilmesi gerektiği gibi kavram ve fikirler bu­lundurmuştur. Bu kavramlar İnsanlar için yabancı değillerdir, aksine bun­ları çok iyi bilmektedirler ve Yaratan, herkese iyi ile kötü arasında ayırım yapma kabiliyetini doğuştan vermiştir.

Yukarıdaki ayetlerde insanların kendi nefislerini ıslâh etmeleri ve te­miz kılmaları halinde felâha kavuşacakları kaydedilmiştir. İnsan kendi ta­biatında varolan kötülükleri bastırmalı ve tamamıyla etkisiz hale getirme­li, buna karşılık iyilikle ilgili yetenek ve meziyetlerini alabildiğine geliş­tirmelidir. İnsan ebedi refah ve mutluluğu ancak bu şekilde elde edebilir. Fakat bunun tam aksine iyilik yeteneğini ve takvasını zedeleyen, hatta ta­mamıyla yok eden, buna karşılık kötülüklerini alabildiğine geliştiren bir kişi mahv ve helâk olacaktır. Ahirette büyük bir azap göreceği gibi dünya­da da zararlarından kurtulamayacaktır.

“Gerçekten biz inşam karışık bir damla nutfeden yarattık. Ve onu imtihan edeceğiz. Bunun için onu işitici ve görücü kıldık. Gerçekten biz ona, (doğru) yol gösterdik. İster şükredici olsun ister kâfir.” (İnsan; 2-3)

Erkek ile dişinin karışık nutfesinden sadece insan değil, hayvan da doğar. Ancak insan ile hayvan arasında fark vardır. Şöyle ki, hayvan bu dünyaya bir imtihan için gönderilmemiştir. İnsan ise imtihan için yaratıl­mış ve buraya gönderilmiştir. Bu sebeple, Cenâb-ı Allah insanları hayvan­ların aksine işitici, görücü, ilim ve irfan sahibi yapmıştır. Allah insanlara bu meziyetleri, kuvvet, kudret ve nimetleri vermenin yanı sıra, onlara doğ­ru yolu da göstermiştir, ki bu şekilde Allah’ın kulları olarak O’na şükretme ve küfretme yollarının neler olduğunu öğrenebilsinler. Eğer İnsanlar dün­yadaki imtihanı iyi puanlarla geçmek istiyorlarsa küfr değil, şükr yolunu seçmelidirler.

“Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik.” (Beled; 8-10)

Burada bahsedilen “gözler”, inek ve koyunların gözleri değil, insanla­rın gözleridir. İnsanlar gözlerini açıp etrafa bakarlarsa hakikati gösteren ve iyi ile kötü arasındaki farkı belirleyen işaretleri görebilirler. “Dil ve du­daklarda da konuşma vasıtaları değil, sağduyu ve iyi ile kötüyü değerlen­dirme kabiliyeti anlatılmak istenmiştir. Yani, bu insanî azaların ardında düşünen ve karar veren bir kafa vardır. Daha sonra denilmek isteniyor ki, insana akıl ve mantık, ilim ve irfan verilmekle yetinilmemiştir. İnsana doğru ile yanlış, iyi ile kötü yollar arasındaki fark da iyice anlatılmış ve gösterilmiştir. Ancak bundan sonra seçim yapma hakkı kendisine veril­miştir.

“Biz insanı en güzel sûrette yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağı­sına çevirdik. Ancak iman edip sâlih amel işleyenlere mihnetsiz ecir ve tükenmeyen mükâfat vardır.” (Tin; 4-6)

Yani, Yüce Allah insana ilk önce en güzel ve en uygun bir vücut bah­şetti. İnsan vücudu, diğer canlıların en iyisi ve en mükemmelidir. Cenâb-ı Allah insana daha sonra akıl, fikir, ilim, irfan ve zekâ gibi yüksek meziyet ve erdemler verdi. Fakat insan iman ve sâlih amel yolunu terk edip vücut ve kafasının bütün güçlerini kötü yolda kullanmaya çalışınca Allah da onu düşürdükçe düşürür, öyle ki insan mahlûkların en âlâsı durumunda iken en rezil ve alçak seviyeye inmiş olur.

İnsan toplumunda bunun sayısız örnekleri vardır. Hırs, ihtiras, menfaatçilik, şehvet, paraya tapma, zina, kumar, sarhoşluk, öfke, kin ve nefrete kapılan bir şahıs alçaldıkça alçalır ve en âdi en rezil yaratık olup çıkar. Meselâ, bir milletin kin, nefret ve düşmanlık ateşiyle yanarak başka bir millete en acımasızca ve en alçakça muamelede bulunduğunu hepimiz bi­liriz. Kin ve nefret insanı yırtıcı bir hayvan yapıverir. Hatta öfkeli bir in­san hayvanı bile geçer. Vahşî bir hayvan sadece kamı acıktığı zaman ava çıkar ve başka hayvanlara saldırır; hayvan katliam yapmaz. Ama insan hemcinslerinin katliamını yapar, hem de iğrenç bir tavırla ve büyük bir zevkle. Yabanî bir hayvan sadece kendi pençe ve dişlerini kullanır. Fakat insan gibi akıllı bir mahlûk, hemcinslerini öldürmek ve onlara akıl almaz eziyetler vermek amacıyla korkunç silah ve araç-gereçler icat eder. Bu si­lahlar köyleri, kasabaları ve şehirleri bir anda yok edebilirler. Bir hayvan başka bir hayvanı ancak yaralar veya öldürür. Ancak insan hemcinslerine işkence yapmak için öyle yollar ve araçlar icat etmiştir ki aklımız durur. İnsanın düşmanlığı ve intikam ateşi öylesine alevlenebilir ki, düşman ka­dınlar toplu halde çıplak yürütülür, bir kadına 10-20 kişi tecavüz eder; ba­ba, anne, kardeş ve kocaların önünde kız, kardeş ve karılarının ırzına geçi­lir, çocuklar anne ve babalarının gözlerinin önünde kurşuna dizilir veya kılıçtan geçirilir, anneler çocuklarının kanlarını içmeye mecbur edilir, İnsanlar diri diri yakılır, toprağa gömülür. Dünyadaki en vahşi hayvanlar bi­le insanların bu vahşetini yapamazlar. İnsanların diğer kötülük ve günahla­rı da aynıdır, İnsanlar bunlara öylesine müptelâ oluyorlar ki bu hareketle­riyle, kendilerinin, mahlûkların en rezili olduğunu ispatlamış oluyorlar. İn­sanların dinî inançları da öyledir. En kutsal sayılması gereken din ve dinî inançlar en aşağı noktaya kadar indiriliyor. Öyle ki, İnsanlar ağaçlara, hay­vanlara, taş ve topraklara tanrı ve tanrıça diye tapmaya başlıyor. O kadar alçalıyorlar ki, erkek ve kadın cinsel organlarına bile tapıyorlar ve tapınak­larda açıkça fuhuş yapılmak üzere rahibe ve hizmetçiler bulunduruyorlar. İnsanların tanrı ve tanrıça dedikleri nesne ve varlıklar hakkında yüz kızar­tıcı hikâye ve destanlar uydurulup bunlara mitoloji ismi veriliyor.

Kur’ân-ı Kerîm bu gerçekleri anlattıktan sonra insan nefsinin üç ayrı çeşit olduğunu açıklamıştır. Bir, nefs-i emmâre, ki insanı kötülüğe sevk eder (Yusuf; 53). İki, nefs-i lev vâme (kınayan nefis), ki insan, kötülüğü düşündüğü, yapmaya karar verdiği veya yaptığı zaman, her safhada onu ikaz eder ve kötülüğü yaptıktan sonra da kendisini lanetler (Kıyâme; 3). Üç, nefs-i mutme’inne, ki kalp rahatlığıyla kötü yolu bırakıp iyi yolu se­çer. Bu nefis hiçbir zaman kötülüğün meyvelerini yememesi ve zevklerini tatmamasından dolayı pişmanlık duymaz ve iyilik ve sevap için birçok şeylerden mahrum kalması, bazı fedakârlıklarda bulunması ve bazı zor­luklar çekmesinden bir burukluk, bir acı duymaz. Pişmanlık, burukluk ve acı şöyle dursun, kötülüğün bataklığından kurtulması ve iyiliğin nimetle­rine kavuşmasından haz ve memnuniyet duyar. İşte bu üçüncü çeşit nefis, Kur’ân-ı Kerîm tarafından Allah’ın en beğendiği nefis ilân edilmiş ve buna cennetin müjdesi verilmiştir (Fecr; 27-30).

26.3. CEHÂLET VE DALÂLETİN SEBEPLERİ

Bundan sonra Kur’ân-ı Kerîm, genellikle insanların ve özellikle Arap kâfir ve müşriklerinin cehâlet ve dalâlete sürüklenmelerinin sebeplerini sı­ralamıştır:

26.3.1. Ataları Körükörüne Taklit

Ataları körükörüne taklit etmenin ilk safhası, babadan oğula geçen din ve dinî inançlardır. Eski din ve dinî inançlara, sadece babalar ve dede­ler böyle yapıyorlarmış diye bağlı kalınıyor. Bu hususta hiç akıl ve mantık kullanılmaz ve ecdâd’ın, iyi mi yoksa kötü mü yaptığı araştırılmaz. Bu kö­rükörüne taklide cevap olarak Kur’ân-ı Kerîm, sadece bunun, ataların bir geleneği olduğunu ifade etmekle yetinmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus­ta tarihten pek çok misaller verilmiştir.

Meselâ, Kur’an-ın dediği gibi, Hz. Hûd (a.s.), Âd kavmini kötülükler­den menettiği ve doğru yola gelmelerini öğütlediği zaman Âd kavmi bü­tün delil ve nasihatleri reddedip kendisine şöyle dedi.

“Yalnız Allah’a ibadet edip babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?” (A’raf; 70)

Hz. Sâlih (a.s.) Semûd kavmine nasihatte bulunduğu zaman da şu ce­vabı aldı.

“Ey Sâlih bundan önce sen aramızda hatırı sayılırlardan biri idin. Şimdi bizi babalarımızın taptığı şeylere tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu, senin dâvet ettiğin şeyden şüphedeyiz.” (Hûd; 62)

Hz. Şuayb Medyenlileri günâhlardan sakınmaya çağırdığı zaman da benzeri bir cevapla karşılaştı.

“Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını terk etmemizi yahut malları­mızda istediğimizi yapmamayı dinin mi sana emrediyor?” (Hûd; 87)

Hz. İbrahim (a.s.) babasına ve kavmine, “sizin tapmakta olduğunuz bu heykeller nedir?” diye sorduğunda şu cevabı almış: “Babalarımızı bun­lara ibâdet eder bulduk.” Bunun üzerine Hz. İbrahim kendilerine açıkça söyledi. “Yemin olsun, siz ve babalarınız açık bir sapıklık içindesiniz.” (Bk: Enbiya; 52-54). Hz. İbrahim daha sonra kendilerine şu soruyu yö­neltti. “Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Size bir fayda veya zararları oluyor mu?” Fakat, onlar dediler ki, bizim için onların bizi işitip işitmemeleri veya bize faydalarının olup olmaması önemli değildir, biz onlara tapıyoruz, zira, “biz babalarımızı böyle yapar bulduk.” (Bk: Şuara; 72-74).

Hz. Musa (a.s.) birçok Mu’cizeler gösterdikten sonra Firavun ve sarayındakileri Hakka davet edince kendileri şöyle dediler:

“Babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden çevirmek üzere mi geldiniz?”(Yunus; 78)

Bu misalleri verirken Kur’ân-ı Kerîm, bütün cahil milletlerin, pey­gamberlerin davetini bu suretle reddettiklerini ifade etmiştir. Nitekim geç­mişteki milletlerin genel tutumundan bahsederken bu milletlerin kendi peygamberlerinin açık nasihat ve ikazlarına ancak şöyle cevap verdiğini belirtmiştir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       

“Siz de bizim gibi insansınız, bizi babalarımızın ibâdet ettiği şeyden çevirmek istiyorsunuz.” (İbrahim; 10)

Kur’ân-ı Kerîm başka bir yerde şu ifadede bulunmuştur.

“Bunun gibi, senden önce hangi memlekete bir peygamber gönder­diysek o (memleketin) ileri gelenleri, ‘Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Ve onların izlerine uymuşuz’ dediler. (Her peygamber kendi üm­metine) ‘atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu size getirdimse de mi’ dediğinde onlar. ‘Biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şey­lere inanmıyoruz’ dediler.” (Zuhruf; 23-24)

Bu, sadece geçmişte ve eski çağlarda cahil milletlerin tavrı değildi. Cahil milletler her devirde ve her yerde hidayet, ilim ve irfan ışığına karşı gelmiş ve kendi atalarının Cehennem’e gitmelerine bile yol açan dinî inançlarına, örf ve âdetlerine bağlı kalmışlardır. (Lukman; 20-21)

Bu misalleri verdikten sonra Kur’ân-ı Kerîm, doğrudan Kureyşliler ile Arap’ları ikaz etmiş ve kendilerinin, takip ettikleri din, örf ve âdetlerin doğru olup olmadığını araştırmadan bunlara bağlı kalan milletlerden farklı olmadıklarına işaret etmiştir. Saffât sûresinde şöyle denilmiştir.

“Çünkü onlar babalarını sapıklıkta buldular. Kendileri de onların iz­leri üzerinde koşturuluyorlardı.” (Ayet; 69-70)

Hûd sûresinde Hz. Rasûl-ü Ekrem’e hitap edilerek şöyle buyurulmuş­tur.

“Onlar atalarının bundan evvel taptığı gibi taparlar. Biz de, onlara nasiplerini (cezalarını) eksiksiz veririz.” (Ayet; 109)

Kur’ân-ı Kerîm’de Kureyşliler ve diğer Arap’ların çıplak olarak ve hiç utanmadan ulu orta dolaşmalarına dikkat çekilmiştir. Hem Hz. Peygamber (a.s.) hem Kur’ân-ı Kerîm, Arap’ların bu kötü ve iğrenç alışkanlıklarını terketmelerini isteyince bunun da bir ata yadigârı olduğunu belirterek alış­kanlıklarını sürdürmekte ısrar ettiler. Nitekim, A’râf sûresinde şöyle buyu­rulmuştur.

“Müşrikler fena bir iş istediklerinde: ‘Babalarımızı bunun üzerinde bulduk. Allah bize bununla emretti,’ derler. De ki: ‘Allah hiç bir zaman kötülüğü emretmez. Allah üzerine bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?” (Ayet; 104)

Aynı şekilde Arap kâfirler helâl ve haram ile ilgili akide ve inançları da atalarından devraldıklarını söylüyor ve bu hususta hiçbir değişiklik yapmaya razı olmuyorlardı. Halbuki onların helâl dedikleri bazı şeyler çok iğrenç ve büyük günahtırlar. Aynı şekilde haram ilân ettikleri bazı şeyler İslâmiyet’e göre caiz ve uygundu. Bu hususu Bakara sûresinde şöyle denilmiştir.

“Onlara (Yahudilere) Allah’ın indirdiğine uyun denildiğinde, ‘Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz’ derler. Babaları bir şey anlamaz ve hidâyeti bulmaz takımından iseler yine onlara uyarlar mı?” (Ayet; 170)

En’am sûresinde körü körüne taklid öylesine şiddetli ve hiddetli bir biçimde reddedilmiştir ki, Arap kâfirlerin en inatçısı bile yanlış bir yolda olduklarını düşünmekten kendilerini alamamış olabilirler, ilgili ayetler şöyledir:

“Müşrikler ekinlerin hâsılatından ve ehli hayvanlardan Allah’a hisse ayırırlar. Kendi boş zanlarınca, ‘bu Allah için, bu da ma’butlarımız için’ derler. Mabutlarına ait olanlar Allah’a ulaşmaz. Amma, Allah’a ait olan­lar (evet) onlar ortaklarına gider. Hükmeyledikleri şeyler ne kötüdür. Onları helâka sevk etmek ve dinlerini karıştırmak için putları (hizmetçile­ri) birçoklarına evlatlarını öldürmeyi iyi gösterdiler… Onlar batıl zanları ile ‘bu davarlar ve ekinlere haramdır. Onları ancak bizim dilediğimiz kimseler yerler’ dediler. Bazı hayvanların binmek ve yük yüklemek gibi arkalarını haram kıldılar. Ve bazılarını da boğazlarken üzerlerine Al­lah’ın ismini zikretmezler (anmazlar). Ve bununla da Allah’a iftira eder­ler. Allah onların bu iftiraları yüzünden cezalandıracaktır. ‘Bu davarla­rın karnında olan yavru, erkeklerimize helâl ve kadınlarımıza haramdır’ dediler. Eğer yavru ölü ise erkek ve kadın bunu yemekte ortaktırlar. Al­lah onların bu hallerinin cezasını verecektir. En’am sekiz çeşittir. Koyun­dan iki ve keçiden iki, müşriklere sor ki, ‘Allah bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki yavruları mı haram etti? Eğer sözünüzde doğru iseniz bunu bilerek haber veriniz. Deveden iki, sığırdan iki. Bunların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa dişilerinin karnındaki bulunanı mı haram etti? Allah bununla size vasiyet buyurduğu zaman ha­zır mıydınız? Cahilane, halkı saptırmak için Allah üzerine yalan iftira edenden daha zâlim kim vardır? Allah zâlim olan kavmi hidâyete erdir­mez!” (Ayet; 136-139,143-144)

26.3.2. Büyük Adamları ve Din Adamlarını Yanlış Taklit

Ecdâd ve ataları taklit etmek gibi, büyük adamları ve din adamlarını taklitte mübalağa etmek de, milletlerin mahv ve perişan olmalarına sebep olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere, ecdadı taklit gibi, büyük adamların, mevki ve makam sahiplerinin, liderlerin, zengin ve nüfuzlu ki­şilerin ve dinî liderlerin de sırf büyük ve şöhretli kişilerdir diye taklit edilmesinin, insanların, toplumların ve milletlerin yanlış yola sevk edilmesine, hattâ onların felâkete sürüklenmelerinde büyük rolü vardır. Kur’ân-ı Kerîm büyük adamların peşinden körü körüne koşanları da ikaz etmiş ve Ahirette büyük pişmanlık duyacaklarını ve şöyle yalvaracaklarını kaydet­miştir.

“‘Ey Rabbimiz, Biz reislerimize ve büyüklerimize tabi olduk. Onlar bizi yanlış yola götürdüler’ diyecekler. ‘Ey Rabbimiz onlara azabı iki kat ver. Onlara en büyük lânetle lânet et’ (diyecekler.)” (Ahzab; 67-68)

“Ey Rabbimiz, cin ve insanlardan bizi yolumuzdan şaşırtanları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım. Böylece en aşağıda kalan­lardan olsunlar.” (Fussilet; 29)

“Azabı gördükleri ve ondan kurtulmak için her türlü çarenin münkatı (kesilmiş) olduğu zaman, kendilerine uyulanlar, tâbi olanlardan uzaklaş­tıklarında (teberri eylediklerinde) Tâbi olanlar, ‘Eğer bize tekrar dünya­ya dönüş olsa, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzakla­şırdık’ derler. İşte böylece, Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ha­linde kendilerine gösterecektir. Onlar Cehennemden çıkmazlar.” (Bakara; 166-167)

“Zâlimleri Rabblerinin huzurunda dururken bir görsen. Onlardan bazısı bazısına söz söylerler. Zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara, ‘Eğer siz olmasaydınız biz mü’minler olurduk’ derler. Büyüklük taslayanlar za­yıflara, ‘Size hak geldikten sonra ondan sizi biz mi çevirdik. Hayır siz kendiniz suçlu idiniz’ cevabını verirler. Zayıf kabul edilenler de büyüklük taslayanlara, ‘hayır gece ve gündüz bizi aldatıp, bizi Allah’ı inkâra ve O’na ortaklar koşmağa sevk ve emrediyorsunuz’ derler. Azabı gördükleri zaman hepsi pişmanlıklarını izah ederler. Biz de kâfirlerin boyunlarına zincirleri takarız. Onlar yaptıklarının gayrısı ile mi cezalandırılacaklar?” (Sebe’; 31-33)

Kur’ân-ı Kerîm’in inkâr edilmez evrensel bir ilke olarak ortaya koy­duğu gibi, bir toplumun çöküşü ancak lüks içinde yaşayan, müreffeh, zen­gin, mutlu ve yüksek-tabakaların dinî, sosyal ve ahlâkî bozukluğundan ile­ri gelir. Bir milletin uçurumun kenarına gelmesine sebep olan zengin, var­lıklı, kuvvetli ve kudretli kişilerin içki, kumar, fuhuş, zina, zulüm, hırsız­lık adaletsizlik ve katliâm gibi illetlere yakalanmalarıdır. Yüksek sınıftaki lüks ve bolluk içinde yaşayan fertlerin bu rezaletleri, bilâhare bütün mille­tin batmasına yol açar. Nitekim İsra sûresinde şöyle denilmiştir.

“Bir memleketi helâk etmek istediğimiz zaman, onun şımarmış ele­başlarına emrederiz de, onlar itaattan çıkarlar. Artık üzerlerine azab va­cib olur. İşte o zaman onu kökünden helâk ederiz.” (Âyet; 16)

26.3.3. Gurur ve Tekebbür

İnsanların cehalete ve dalâlete sürüklenmesinin üçüncü sebebi gurur ve kibirliliktir. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikate işaret ederken, insanların hak ve hakikati anlamak ve kabul etmekten çekinmelerinin bir sebebinin, ken­di yanlışlıklarını teslim etmemeleri olduğunu ifade etmiştir. Kur’ân insan­ların gururunun, onların daha önce yanlış yolda olduktan sonra, doğru yo­lu takip etmelerine engel teşkil ettiğini kaydetmiştir. İnsan kendisinin kü­çük düşürülmesini ve bir hata işlediğinin açıklanmasını sevmez. Bazı kimseler yüksek mevki ve makamda bulunur, itibar sahibi olurlar. Kendi­lerine Hak geldiği zaman Bâtıl’ı bırakmaları, güçlerine gider. Etraftakilerin ne düşüneceklerini merak ederler. Mevki, makam ve itibarlarını kay­bedeceklerini düşünürler. Bazen da bu tip İnsanlar kendilerini herkesten üstün ve yüksekte görürler. Yanlışlıklarını ortaya koyan bir mesaj ve bir davet gelince hiç düşünmeden reddederler. Zira bu dâveti kabul etmeleri sanki kendilerini küçük düşürmüş olur. Kendileri ne kadar cehalet ve dalâlet içinde olurlarsa olsunlar ve karşı taraf ne kadar doğru ve haklı olursa olsun gerçeği bir türlü kabul etmezler, çünkü bunu kendilerine ya­kıştıramazlar! Kur’ân-ı Kerîm bir yandan bu sahte gurur ve büyüklük kompleksini kırmaya, böylece Mekkeli ve Arap müşriklerin yanlış tutum­larını düzeltmeye çalışmıştır, bir yandan da geçmişte pek çok milletlerin felâkete uğramalarına sebep olan bu yanlış tutumu misallerle anlatmıştır.

Meselâ Nûh sûresinde Hz. Nûh (a.s.)’un şu sözleri nakledilmiştir.

“Ey Rabbim, ben kavmimi gece ve gündüz dâvet ettim. Fakat benim davetim onlarda ancak (imandan) kaçmayı artırdı. Doğrusu, ben onları mağfiret edesin diye her dâvet edişimde onlar parmakları ile kulaklarını tıkadılar. Ve elbiselerine büründüler. Ve küfürde ısrar ettiler. Son derece kibir gösterdiler!” (Âyet; 5-7)

Mü’min sûresinde Firavun ile Hz. Musa (a.s.) arasındaki mücadele­den bahsedilirken şöyle denilmiştir. Firavun, Hz. Musa (a.s.)’yı öldürmeyi planladığını açıklayınca hak ve hukuktan yana olan bir nedimi gayet sa­mimi ve etkileyici bir şekilde Mısır hâkimini bu kötü niyetinden vazgeçir­meye çalıştı. O’nun zor kullanarak değil, diplomasiyle ve müzakere yo­luyla Hz. Musa ile barışmasını istedi. Fakat Firavun bu telkinlere hiç ku­lak asmadı ve inatçılığında ısrar etti. Firavun’un bu tutumuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şu ifade kullanılmıştır.

“Allah işte böyle her mütekebbir zorbanın kalbine mühür vurur.” (Mü’min; 35)

Yani, hangi kalbe kibir ve cebir (şiddet, zulüm) girerse o kalb, her türlü nasihat ve doğru söze kapanmış olur. Daha sonra Allah o kalbi öyle­sine kapatır ve lanetler ki, kim ne yaparsa yapsın o kalb bir daha hidâyete ve irfana erişmez.

A’raf sûresinde belirtildiği gibi, Cenâb-ı Allah, Hz. Musa’ya telkin ve nasihatlerini ihtiva eden kitabeler verirken kendisini şöyle ikaz etmişti.

“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerime ittiba’dan çevire­ceğim. Eğer bütün Mu’cizeleri görseler ona îman etmezler. Eğer akl-ı seli­min yolunu görseler onu kendilerine yol edinmezler. Ve eğer isyan ve fesât yolunu görseler onu yol edinirler.” (Âyet; 146)

Bakara sûresinde şöyle buyurulmuştur.

“İnsanlardan dünya hayatında sözleri senin hoşuna giden vardır ki, O kalbinde olan için Allah’ı şâhid tutar. Halbuki, o en büyük düşmandır. Eğer o yeryüzünde iş başına geçerse fesâd çıkarmaya, ekini ve zürriyeti helâk etmeye koşar. Allah fesâdı sevmez. Allah’tan kork denildiğinde, iz­zet-i nefsi kabarır, ona cehennem kâfidir.” (Âyet; 204-206)

Müddessir sûresinde Mekkeli bir kabile reisinin durumuna değinil­miştir. Bu kabile reisi, Kureyşli kabile reislerinin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri iftira ve itirazlarından vazgeçmelerini istiyor, Kur’an-ı Kerim’in güzel ve etkileyici bir kelâm olduğunu, bunun kökleri sağlam, dalları yapraklı ve meyveli bir ağaç olduğunu söylüyordu. Fakat bu reis ne zaman ki, ya Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın rasûlü olduğunu ve da­vetinin de haklı olduğunu söyleyip kabile reisliğini terk etmek veyahut da Rasûlullah (a.s.)’a yalan yanlış iftirada bulunarak kabile reisliğini kurtar­mak arasında seçim yapmak durumunda oldu, o zaman ikinci şıkkı tercih etti. Böylece kendi vicdanına ters düşerek, Hz. Muhammed (a.s.) aleyhin­de tamamıyla asılsız ve yalan bir iftira hazırlayıverdi. Kur’an-ı Kerim bu sinsi ve iğrenç yaratığın halet-i ruhiyesini anlatmak suretiyle maskesini şöyle düşürmüştü:

“Muhakkak o düşündü. Ve ta’n için ölçü koydu. Helâk olsun, nasıl ölçü koydu. Sonra yine kahrolası, nasıl ölçü yaptı? Sonra dikkatle baktı. Sonra kaşlarını çatıp yüzünü ekşitti. En son arkasını dönüp ululuk tasla­dı. ‘Bu ancak devam eden bir sihirdir’ dedi. ‘Bu insan sözünden başkası değildir.” (Müddessir; 18-25)

26.3.4. Dünyada Zenginlik ve Fakirliği Hayır ile Şer’in Karşılığı Olarak Kabul Etmek

Kur’an-ı Kerim, insanların cehâlet ve sapıklığının bir sebebinin de, bir insanın iyi veya kötü amelinin ölçüsü olarak zenginlik ve fakirliğini ele alması olduğunu belirtmiştir. Bazı İnsanlar, bu dünyada kim rahat, lüks ve mutlu bir hayat sürüyorsa, ahlâkı ne kadar kötü ve ameli ne kadar iğrenç olursa olsun, onun başarılı olduğunu sanırlar. Aynı şekilde kim fa­kir ve perişansa, onun dünyada da, ahirette de başarısız olduğuna inanır­lar. Bu, tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir. Bir insanın zengin veya fakir oluşunun, dünyada ve ahirette başarılı veya başarısız olmasıyla hiç­bir ilgisi yoktur. Kur’an-ı Kerim, tarihte de bunun bazı misallerinin bulun­duğunu belirtmiş, ayrıca bazı Mekkeli ve Arap müşriklerin de aynı fikirde olduğunu ifade etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un hikâyesi anlatılırken, onun kavminin ileri gelenlerinin, davetini, etrafında hep fakir ve cemiyetin alt tabakasın­dan İnsanlar bulunduğu gerekçesiyle, kabul etmediklerini söyledikleri kaydedilmiştir.

“Sana iman mı edelim? Halbuki sana tabi olanlar bayağı kimseler­dir.” (Şuara; 111)

Hz. Sâlih’in hikâyesi anlatılırken, Medyenli ileri gelenlerin yeni dine giren fakir kimselere şöyle dedikleri kaydedilmiştir: “Salih’in, Rabbi ka­tından gerçekten gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Buna cevap olarak da fakirler şöyle dediler: “Biz, O’nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz.” Gururlu ve kibirli mümtâz kişiler de şöyle dediler: “Sizin iman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz” (A’raf; 75-76). Yani, bu zen­gin ve soylu kişiler kendilerini o kadar yüksekte görüyor ve Hz. Salih’in etrafında toplanan ve O’na tabi olan fakir fukarayı o kadar hakir görüyor­lardı ki, bu fakir insanların kabul ettiği bir dini kabul etmek istemiyorlar­dı. Bu düpedüz bağnazlık ve inatçılıktı.

Kur’an-ı Kerim daha sonra, peygamberlere muhalefetin her zaman zengin ve soylu kesimden geldiğine işaret etmiştir. Bu zengin ve soylu ki­şiler toplumun en müreffeh sınıfı olduğunu ve bu dünyada mal-mülk, şan-şöhret ve evlat sahibi oldukları için Allah’ın rızasını ve O’nun bütün ni­metlerini kazandığını, kısacası hak yolunda olduklarını sanıyorlardı.

“Biz hiçbir memlekete azapla korkutucu bir peygamber göndermedik ki, onun zenginleri, ‘biz sizin gönderdiğiniz şeyleri inkâr edicileriz’ deme­sinler. Ve ‘biz mal ve evlatça çoğuz. Ve biz azaplandırıcılardan değiliz’ dediler”. (Sebe’; 34-35)

Aynı düşünce tarzı Hz. Muhammed (a.s.) zamanında Mekke’de ve Arabistan’da da vardı. Kur’ân-ı Kerim bu hususla Mekkeli ve Arap müş­rikleri de defalarca uyarmıştır. Nitekim Meryem sûresinde şöyle denil­miştir:

“Kendilerine apaçık ayetlerimiz okunduğunda inkâr edenler, ‘iki fır­kadan hangisi makam itibarı ile daha hayırlı, topluluk yönünden daha güzeldir’ diye mü’minlere sorarlar. Biz onlardan evvel nice asır (halkını) helâk etlik ki, onlar mal ve gösterişçe daha güzeldiler”. (Ayet; 73-74)

Mü’minûn sûresinde de şöyle denilmiştir:

“Onlar zannederler mi ki evlâd ve mal vermemizden dolayı, kendi hayırlarına acele ediyoruz? Hayır, onlar anlamıyorlar. Şunlar ki, Rabb­lerinin azabından korkarlar. Ve şunlar ki, Rabblerinin ayetlerine iman ederler. Ve şunlar ki, Rabblerine şirk koşmazlar. Ve şunlar ki, kendileri­ne verilenden verirler. Ve Rabblerinin huzuruna döneceklerinden kalbleri titrer. İşte onlar hayırlarda sür’at yarışı yaparlar. Ve (Cennet’e girişte) önde gidenlerdir.” (Mü’minun; 55-61)

Aynı noktayı anlatmak amacıyla Fecr sûresinde önce Ad, Semûd ve Firavun gibi son derece gelişmiş, kuvvetli ve muktedir milletler ile salta­natların, isyân etmelerinin neticelerini gördükleri belirtilmiş, daha sonra insanların, hâlâ dünyadaki nimet, servet ve şöhreti medar-ı iftihar saydık­larına ve fakirlik ve sefilliğin utanılacak bir ayıp olduğunu zannettiklerine işaret edilmiş, halbuki bu her iki durumun, dünyada insanların iyi ve sâlih amel yapmaları için bir sınav olduğu ve ikisinin de gerçek refah ve mutlu­luğun simgesi olmadığı vurgulanmıştır. (Bk. ayet; 15-16)

26.3.5. Nefse Hizmet, Kıyas ve Tahmine Bağlılık

Kur’an-ı Kerim, insanların sapıklığının nedenlerini araştırırken önem­li bir konuya daha değinmiş ve bazen insanların sadece peşin hükümle ha­reket ettiklerine işaret etmiştir. Kur’an-ı Kerim, insanların sadece kendi nefislerine hizmet ettikleri, hırs ve ihtiraslarını gidermek istedikleri ve sa­dece kıyas ve tahminle bazı kavramlar geliştirdikleri için Hakk’ı inkâr et­tiklerini ve Batıl’a taptıklarını ifade buyurmuştur. Bu adamlar nefislerinin kölesi olup çıkıyorlar. Arzulan ve ihtirasları onları istedikleri istikâmete çekebiliyor. Bunlar bir ân için kendi tavır ve hareketlerini gözden geçirir­lerse gerçeği anlayacaklardır, ama bunu bir türlü yapamıyorlar. Allah’ın verdiği aklı kullanarak ve bilgi kaynaklarına başvurarak yanlış tahmin ve düşüncelerinden vazgeçebilirler, arzu ve isteklerine mani olabilirler. Kur’an-ı Kerim işte bu çarpıklığa parmak basmış ve bu nevi insanların doğru yola gelmelerini istemiştir.

A’râf sûresinde ilim ve irfan sahibi bir kişi olmasına rağmen sırf ken­di nefsine hizmet ettiği ve ihtiraslarına engel olmadığı için dünyayı seven bir köpek haline gelen kimseler anlatılmış ve bu tür insanların hali hak­kında şöyle denilmiştir:

“Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan birçoklarını bıraktık. Onların kalbleri vardır fakat onunla idrak etmezler. Gözleri vardır fakat onunla görmezler. Kulakları vardır, ama onunla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki daha fazla sapıktırlar. Onlar gafillerin ta kendileridir”. (Ayet; 179)

Enfal suresinde her şeyi işitmiş olmalarına rağmen hiçbir şey işitme­miş gibi davrandıkları belirtilmiş ve şöyle denilmiştir:

“Allah katında hayvanların en kötüsü hakkı akıllarına sokmayan dil­siz ve sağırlardır.” (Ayet; 22)

Burada bahsedilenler, görünüşte dilsiz ve sağır değillerdir. Burada kastedilenler, doğruyu konuşmayan ve işitmeyenlerdir.

Yunus sûresinde 31’den 35. ayete kadar çeşitli delillerle müşriklerin Allah’a ortak koştukları ilâh ve ilahelerden hiçbirinin tanrısal sıfat taşıma­dığı kaydedilmiş, daha sonra bunların sadece kıyas ve tahmin üzerine tan­rı ve tanrıça ilân edildikleri vurgulanmıştır:

“Onların çoğu ancak zanna tabi olurlar. Zann ise haktan bir şey ifa­de etmez.” (Ayet; 36)

Hacc sûresinde geçmişteki sapık ve lânetlenmiş milletlerin kötü akıbetlerinden ve kalıntılarından söz edilmiş ve şöyle buyurulmuştur:

“Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Onlar düşünecek kalbler ve işitecek kulaklara sahip olsunlar. Gerçek şudur ki gözler kör olmaz, fakat sinelerdeki kalbler kör olur.” (Ayet; 46)

Aynı şekilde Furkan suresinde Nuh, Ad, Semud, Ashab’ur-Rass, Fira­vun’un yandaşları ve Lût kavminin kötü akıbetleri hatırlatılmış, daha son­ra Hz. Muhammed (a.s.)’e hitap edilerek şöyle denilmiştir:

“Heva ve hevesini kendine mabut ittihaz edineni gördün mü? Sen onun üzerine bir vekil ve muhafız mısın? Onların çoğunu hakkı işitip ve hakkı anlıyorlar mı zannediyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Doğ­rusu, onlardan daha fazla yolunu şaşırmışlardır.” (Ayet; 43-44)

Aynı hususa Casiye sûresinde de işaret edilmiştir:

“Hevasını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün ya. Allah, onu bir ilim üzerine şaşırtmış kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir. Artık ona Allah’tan başka kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşün­mez misiniz?” (Ayet; 23)

26.3.6. Kötülüğü Marifet Sanmak ve Bâtıl’dan Memnun Olmak

Kur’an-ı Kerim, fert ve cemiyetlerin doğru yoldan sapıp uçurumun kenarına gelmelerinin bir sebebinin de insanların kötülüğü bir marifet ve hüner saymaya başlamaları ve Hakk’a karşı gelmekten hiçbir rahatsızlık duymamaları ve vicdan azabı çekmemeleri aksine bundan gayet memnun olmaları olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Fatır sûresinde şöyle buyurul­muştur:

“Kendisine fena amel süslü gösterilip onu güzel gören, hidayete mazhar olan kimse gibi midir?” (Ayet; 8)

Mü’min sûresinde ise şöyle denilmiştir:

“Size bu azab yeryüzünde haksız olarak şımarıklık etmenizden ve ki­birlenmenizden dolayıdır”. (Ayet; 75)

26.3.7. İyilik ve Hakka Bağlanmakla Dünyadaki Hayatın Zehir Olduğu Yolundaki İnanç

Kur’an-ı Kerim’e göre bu da insanların dalâletinin mühim bir sebebi­dir. A’raf sûresinde buyurulduğu gibi, Hz. Şuayb (a.s.) kendi kavmini ölçü âletlerine ve alışverişe hile karıştırmaktan, yolcuları ve ticaret kafilelerini soymaktan ve diğer kötülüklerden menetmek istediği zaman o kavmin mümtaz kişi ve eşrafı halka şöyle seslendiler:

“Eğer Şuayb’a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz.” (Ayet; 90)

Güya onlar demek istiyordu ki, iyilik ve dürüstlük neye yarar ölçü âletleriniz ve ticaretinizde dürüst davranırsanız kâr edemezsiniz. Hırsızlık ve soygun yapmaz ve ticaret kafilelerine saldırmazsanız. para ve servet ka­zanamazsınız, geçiminiz zorlaşır. Benzeri sözleri Kureyşli kabile reisleri, Hz. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’e de söylemişlerdi.

“Eğer biz doğru yola uyar, seninle beraber olursak memleketimizden çıkarılırız.” (Kasas; 57)

Yani, biz bugün rahat ve mutlu bir hayat yaşıyorsak bunun sebebi, bi­zim halkı kandırmamız ve onlardan menfaat temin etmemizdir. Biz halka dini, içtimai, ekonomik ve siyasi alanda liderlik ve önderlik yapıyoruz. Fakat, Hz. Muhammed (a.s.)’e uyup O’nun dinini kabul edersek bütün bu tezgâhımız ortadan kalkmış olacak ve hiçbir kazanç elde edemeyeceğiz.

26.3.8. Şefaat İle İlgili Müşriklerin İnancı

Şefaat ile ilgili yanlış düşünce ve inanç, ta ilk çağlardan beri insanla­rın kötü yola sapmalarının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Arabis­tan’da İslâm dininin inkişafı sırasında da bu yanlış inanç önemli bir engel teşkil etmiştir. Arap müşriklerde yaygın olan inanca göre Allah’ın bazı sevgili kulları kedilerini cehennem ateşinden mutlaka kurtaracaklardır. Araplar bu “sevgili kullar”ın ya da tanrıların, Allah katında söz sahibi ol­duklarına ve kendilerine her zaman tapıldığı ve adaklar adandığı takdirde ahirette kendine tapanları Allah’ın azabından kurtaracaklarına inanıyorlar­dı. Ahirette kurtuluşun bu kısa yolu varken, dünya nimetlerinden vazgeç­meye, pek çok fedakârlıklar yapmaya ve iyi ve dürüst bir hayat sürmeye ne gerek vardı? Arap müşrikler kendi kendilerini şöyle avutuyorlardı: “Biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer; 3). Onlar, şöyle düşünüyordu: Allah çok büyük ve çok uzakta olan bir varlık­tır. Biz O’na yaklaşamayız. Ama bizim aracılarımız bu ilâh ve velilerdir. Bunlar bizi her zor anda kurtarırlar. Bunlar icabında bizim için Allah’a tavsiye ve ricada da bulunurlar. Nitekim, Yunus sûresinde bu ilâh ve veli­ler hakkında şöyle dedikleri kaydedilmiştir:

“Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir”. (Ayet; 18)

Tahmin edileceği gibi, böyle bir yanlış düşünce ve inanca sahip ol­dukları müddetçe, müşriklerin iyilik ve dürüstlükle ilgili İslâm’ın davetine yanaşmaları mümkün değildi. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerim bu yanlış inancı ortadan kaldırmak gayesiyle pek çok deliller verdi ve şefaatin öyle kolay elde edilen bir nesne olmadığına dikkat çekti. Mü’min sûresinde şöyle denilmiştir:

“Onları kalblerin gırtlaklara kadar çıktığı ve hüzünle dolduğu kıya­met günü ile korkut. O gün zalimler için acıyacak ve şefaati kabul oluna­cak kimse yoktur. Allah, gözlerin hain bakışını ve kalblerde gizli olan her şeyi bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder. (Kâfirlerin) Allah’tan başka taptıkları şeyler ise hiçbir şeye hükmedemezler. Allah, işitici ve görücü­dür.” (Ayet; 18-20)

Bu ayetlerde, şefaat ile ilgili müşriklerin akidesi tamamıyla yok edil­miştir. Evvelâ, bir zalim ve haksız kişinin şefaat olunması akıl ve adalet kurallarına tamamıyla aykırıdır. İkincisi, Allah katında şefaati kabul olu­nacak ne bir kişi olacaktır, ne de bir zümre. Üçüncüsü, bir suçlunun suçla­rını çok iyi bilen ve adalet kurallarına göre davranması ve karar vermesi gereken bir hâkim, şefaatçilere söz hakkı tanıyabilir mi? Hem de öyle şefaatçiler ki, kimin için ve ne için, şefaat dileğinde bulunduklarını bilmez­ler.

Şefaat ile ilgili yanlış akideye bir yerde daha darbe vurulmuştur.

“Allah’tan başka taptıkları şeyler şefaate kadir değildir. Ancak Hak­ka şehâdet edenler hariç. Onlar (Allah’ın Rabbleri olduğunu) bilirler.” (Zuhruf; 86)

Burada denilmek isteniyor ki, her kim ki tanrı, tanrıça ve ermiş kişi­lerin Mahşer’de kendisi için şefaatçi olacağına ve Cehennem’e gitmesini engelleyeceğine inanıyorsa, bu hususta inkâr edilmez sağlam deliller ileri sürmelidir. Şefaat ile ilgili düşüncelerini müsbet ilimlerle ve delillerle ispatlamalıdır. Sadece kıyas ve tahminlere dayanarak konuşmamalıdır. As­lında, Mahşer’de bir veya birçok kişinin yine bir veya birçok tanrı, tanrıça, peygamber veya veli tarafından şefaat edilecekleri konusunda emin oluna­rak bir şey söylenemez.

Ancak Kur’an-ı Kerim, şefaat kavramını tamamıyla reddetmemiştir; aksine, Allah’ın izin verdiği kimselerin yine Allah’ın iznini almış olan kimseler tarafından şefaat edileceğini birkaç defa ifade etmiştir. Şefaat ya­pılırken hak, hukuk ve adalete aykırı hareket edilmemelidir. Bundan sonra da karar yine Cenab-ı Allah’a aittir. Allah kimsenin şefaatini dinlemeye veya kimseyi affetmeye mecbur değildir. Her şey O’nun rızasına bağlıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de muhtelif kayıtlara rastlanıyor.

“İzni olmaksızın O’nun nezdinde şefaat edecek yoktur.” (Bakara; 255)

“Onun (Allah’ın) katında şefaat, ancak O’nun şefaat etmek veya şefa­at olunmak için izin verdiğinden başkasına fayda etmez.” (Sebe’; 23)

“Rûh ve meleklerin saf olarak huzur-u ilâhide durdukları günde, onardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru söylerler.” (Nebe’; 38)

“De ki: ‘Bütün şefaat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur’.” (Zümer; 44)

Yani şefaati dinleyip dinlememek, kabul edip etmemek Allah’a aittir. Allah, yerin ve göğün hâkimidir ve O’nun izni olmaksızın kimse şefaat için ağzını açamaz.

26.4. İNSANLIK TARİHİNDEN İYİ VE KÖTÜ KARAKTER ÖRNEKLERİ

Kur’an-ı Kerim’de cehâlet ve dalâletin sebepleriyle ilgili verilen bu ayrıntıların hepsi Kureyş ve Arap toplumunda fazlasıyla mevcuttu. Bunla­rı dinleyen ve öğrenen herkes Araplarda bütün bu ayıp ve kötülüklerin bu­lunduğunu anlıyordu. Bundan sonra Kur’an-ı Kerim’de tarihten hem en iyi, hem en kötü karakter örnekleri verildi, ki herkes İslâmiyet’in ne gibi İnsanlar yaratmak istediğini, ne gibi insanları tasvip etmediğini, kimlerin ıslâh edilmesi, kimlerin toplumdan temizlenmesi gerektiğini ve Cenab-ı Allah’ın ne gibi fert ve milletleri azabıyla yok ettiğini öğrenebilsin. Şimdi gelin Kur’an-ı Kerim’de anlatılan bu olay ve hikâyeleri kronolojik olarak ele alalım.

26.4.1. Hz. Adem (a.s.)’in İki Oğlu

İnsanlık tarihinde meydana gelen ilk ibret verici olay Hz. Adem’in iki oğlu arasında geçmiştir. Hz. Adem’in bu iki oğlu iki zıt karakter olarak karşımıza çıkarlar. Bu iki delikanlı kurban kesiyor. Birinin kurbanı kabul edilirken öbürününki kabul edilmiyor. Kurbanı kabul edilmeyen kıskanç­lık ve öfke ile kardeşini öldüreceğini söylüyor. Öbür kardeş şöyle diyor: “Allah muttakilerinkini kabul eder.” (Yani senin kurbanının kabul edilme­mesinde benim herhangi bir hatam yoktur. Sen kendi ahlâk ve karakterini değiştirirsen senin kurbanın da kabul olunabilir). Daha sonra şunları ekli­yor: “Eğer beni öldürmek için elini uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatıcı değilim. Ben Alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben, be­nim günahım ile kendi günahını yüklenip Cehennem ehlinden olmanı isterim.” Bilâhare o zâlim delikanlı iyi ve dürüst kardeşinin canına kıyıyor, ama sonra büyük pişmanlık duyuyor. Bu olayı anlattıktan sonra Kur’an-ı Kerim, her tarafta cinayet ve katliamın yapıldığı ve insan hayatının hiçbir öneminin olmadığı Arap toplumunun o günkü şartlarına göre şunları be­lirtiyor:

“Bir cana mukabil, veyahut yeryüzünde fesad sebebi ile olmayarak bir canı katleden, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa sanki o bütün insanları diriltmiş gibi olur.” (Maide; 27-32)

26.4.2. Hz. Nûh (a.s.) ve Kavmi

Tarihte ilk defa Allah’a karşı isyan eden millet, Hz. Nûh (a.s.)’un kav­miydi. Kur’an-ı Kerim’de bu milletin hikâyesi çeşitli yerlerde anlatılmış ve özellikle bütün milletin batmasına sebep olan zengin ve soylu kimsele­rin karakterine işaret edilmiş, bunların kötülükleri ve kötü niyetleri dile getirilmiş, buna karşılık Hz. Nuh’un karakterinden parlak örnekler sunul­muştur. Ankebût sûresinde, Hz. Nûh (a.s.)’un son derece güç koşullarda ve çetin muhalefete rağmen 950 sene sabır ve metanetle kavmini ıslâh et­meye çalıştığı kaydedilmiştir. (Ayet; 16). Hz. Nûh, halkı doğru yola getir­mek konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Fakat zengin, soylu ve ileri gelen kişiler O’nun bütün çabalarını boşa çıkardılar. (Bk. Nûh sûresinin tümü). O’na mecnûn dendi ve hakaretler yağdırıldı. (Kamer; 9). Hem O, hem O’na tabi olanlar küçük düşürülmeye çalışıldı (Hûd; 27, Şua­ra; 111). O’nu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuara; 116) Fakat Hz. Nûh yılmadan ve korkmadan Hakk’a davetini sürdürdü. Kendisine ne ya­pılırsa yapılsın doğru yoldan ve halka nasihat etmekten vazgeçmeyeceğini ilân etti. O sadece Allah’a güvendiğini ifade etti. (Yunus; 71). Sonra Hak ile Batıl arasındaki çekişme kavgaya dönüşünce, milleti O’na dedi ki, bizi korkutmakta olduğun tufanı getir. Bunun üzerine Hz. Nûh, kendisini ve iman sahiplerini taşıyacağı geminin inşaatına başladı. Fakat o cahil ve sa­pık millet O’na gemisini yaparken hakaret etmeye çalıştı ve alay etti ve “bakın bu moruk şimdi de karada gemi yüzdürmeye çalışıyor” diye şaka­lar yaptı. Bu alçaklar kısa bir zamanda büyük bir tufanın kopacağından ve bütün memleketi batıracağından habersizdiler. Bunlar, dalgaları dağlara kadar yüksek olacak bir su baskınının meydana geleceğini bilmiyorlardı. Bu sel felâketinde, bütün milletin yanı sıra bizzat Hz. Nuh’un hayırsız oğ­lunun da boğulacağını ve karada bulunan geminin sularda yüzerek Cudi dağına gidip karaya çıkacağını bilmiyorlardı. (Hûd; 32-44). Bu hikâyenin son bölümü de ibret doludur. Hz. Nûh (a.s.) sevgili oğlunun diğer kâfirler ile beraber boğulmak üzere olduğunu görünce insanlık duygularına ve ba­ba sevgisine kapılarak Cenab-ı Allah’a ellerini açtı ve onun kurtulması için dua etti. Fakat Allah kendisini ikaz etti ve dedi ki; “o senin oğlun de­ğildir. Zira senin oğlun olsaydı, doğru yolu seçerdi. Ahirette akrabalıklar değil, sâlih amel değer ölçüsüdür.” Hz. Nûh, Cenab-ı Allah’ın ikazı üzeri­ne hemen hatasını anladı ve kendisinden şöyle af diledi: “Ey Rabbim, bil­mediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ziyan edenlerden olurum.” (Bk. Hûd; 45-47)

26.4.3. Ad Kavmi ve Hz. Hûd (a.s.)

Araplar Ad kavmini çok iyi biliyor ve tanıyorlardı. Arabistan’da ço­cuklar bile Ad kavminin Allah’a karşı gelip azabına maruz kaldığını ve helâk olduğunu biliyorlardı. Kur’an-ı Kerim, bu kavimde şirk ve putpe­restliğin yanı sıra ne gibi ahlâki bozuklukların bulunduğunu ifade etmiştir. Fussilet sûresinde şöyle denilmiştin

“Ad kavmi yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, ‘Bizden daha kuv­vetli kim var?’ dediler.” (Ayet; 15)

Fecr sûresinde şöyle buyurulmuştur:

“Bunlar o kimselerdi ki dünyada azgınlık etmişlerdi. Böylece oralar­da fesâdı çoğaltmışlardı.” (Ayet; 11-12)

Şuara suresinde belirtildiği gibi, Hz. Hûd kendilerine şöyle dedi:

“Siz eğlenmek için her tepeye bir alâmet mi bina ediyorsunuz? Dün­yada ebedi kalacağınızı ümid ederek birçok saray ve havuzlar mı edini­yorsunuz? ” (Ayet; 128-129)

“Birine hücum ettiğinizde zorbalar gibi hücum ediyorsunuz.” (Ayet; 130)

Hûd sûresinde şu ifadeye rastlıyoruz:

“Her bir inatçı zorbanın emrine uydular.” (Ayet; 59)

Hz. Hûd onları ne kadar akıl ve mantığa ve sağduyuya davet ettiyse o kadar azdılar, inatçılaştılar. Nihayet, Hz. Hûd da kavmine şöyle seslen­mek zorunda kaldı:

“Allah’tan başka hepiniz bana ne fenalık edebilirseniz ediniz ve bir an bile müsaade etmeyin. Şüphesiz ben Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. Hareket eden hiçbir mahlûk yoktur ki idare ve tasarrufunu o tutmasın. Muhakkak Rabbim doğru yol üzerindedir.” (Hûd; 55-56)

Nihayet Ad kavmi, Hz. Hûd’a şöyle dedi: “Eğer sözünde doğru isen bizi korkutmakta olduğun şeyi bize getir.” Sonra Allah’ın azabı gerçekten gelince bu aptal İnsanlar bunun bulut olduğunu ve her tarafa yağmur ya­ğacağını sandılar. Ne var ki, bu müthiş ve korkunç bir fırtına idi, ki önüne gelen her şeyi yıkıp yok etti. (Ahkâf; 22-25)

26.4.4. Semûd Kavmi ve Hz. Salih (a.s.)

Ad’den sonra Semûd da Arabistan’da en çok tanınan eski kavimlerden biriydi. Bu milletin bıraktığı tarihi kalıntı ve harabeler Hicaz’ın kuzeyinde hâlâ bulunmaktadırlar. Kureyş ticaret kafileleri bu harabelerden geçerek Suriye’ye gidiyorlardı. Bu sebeple Araplar, Semûd kavminin korkunç bir deprem sonunda yok olduğunu biliyorlardı. Bu depremin izleri o çağda çok belirgin şekilde dağlarda ve vadilerde görülüyordu. Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, Semûd kavmi sadece şirk ve putperestlik yapmak suretiy­le Allah’a karşı isyan etmedi, ayrıca dünyada büyük fitne ve fesâd da ya­rattı. (Fecr; 6-12, A’râf; 7). Bu kavmin ileri gelenleri son derece fesatçı ki­şilerdi ki hiçbir salih iş yapmıyorlardı. (Şuara; 151-152). Bunlar kendi bü­yüklüklerini ortaya koymak amacıyla taşları yontarak muhteşem bina ve anıtlar yapıyorlardı. (A’râf; 74, Şuara; 149). Zâten yozlaşmış kokuşmuş ve dengesiz bir toplumun başlıca belirtilerinden biri zenginler ile fakirler ara­sındaki büyük uçurumdur. Zenginler bir yandan büyük ve muhteşem sa­raylar yapar ve lüks içinde yaşarken, fakirler yiyecek ekmek ve giyecek elbise bulamazlar. Semûd kavminin ileri gelenlerine göre, hep fakir ve mazlum kişiler Hz. Sâlih’in etrafında toplanmış oldukları için, O’nun dini kendileri için çekici değildi. (A’râf; 75-76). Hz. Sâlih onları Allah’a itaat etmeye ve zulüm ile fesâdı terk etmeye davet edince 9 hatırı sayılır kabile reisi kafa kafaya vererek, “Allah adı ile yeminleşerek dediler ki, ‘gece baskını yapıp Salih’i ve ailesini öldürelim.’ Sonra velisine ‘Biz o ailenin hela­kinde hazır değildik. Gerçekten biz doğru söyleyenleriz” (Neml; 49). An­cak Allah bu küstah adamların bu oyununu iyice bozdu. Bu sapıklar Hz. Sâlih’in bir Mu’cize göstermesini istediler ve bunun üzerine Cenab-ı Allah, onların arasında kendi varlığı bile bir Mu’cize olan bir dişi deveyi gönder­di. Daha sonra, Hz. Sâlih vasıtasıyla bu dişi devenin istediği merada otlayabileceğini istedi kuyu ve su kaynaklarından diğer hayvanlarla münave­beli olarak su içebileceğini, buna kötü niyetle dokunulduğu zaman azab-ı ilâhinin geleceğini bildirdi. (A’râf; 73, Hûd; 64, Şuara; 155). Semûd’lular bir süre Allah’ın bu sözlerini dinlediler ve dişi deveye dokunmaktan çe­kindiler. Fakat fitne ve fesâda yatkın olan bu millet fazla dayanamadı ve bir gün aralarında müşavere ederek dişi deveyi ortadan kaldırmaya karar verdiler. Kavmin bir reisi bu işi üzerine aldı ve deveyi öldürdü. (Kamer; 29, Şems; 12-14). Semûdlular bu haince hareketlerinden sonra da rahat durmadılar ve Hz. Salih’e açıkça meydan okumaya başladılar. O’ndan, kendilerini korkuttuğu azabı getirmesini istediler. (A’râf; 77). Bundan sonra Sâlih, Allah’ın emrinin kendisine gelmesi üzerine Semûdlulara dedi ki: “Üç gün daha sabredin. İstediğiniz gibi yiyin, için ve eğlenin. Bundan sonra Allah’ın büyük azabı sizi mahvedecektir.” Nitekim, dediği oldu ve korkunç bir gürültü ile meydana gelen deprem iman sahiplerinin dışında herkesi helâk etti. Evleri ve sarayları da ya tamamıyla yıkıldı, ya da bom­boş kaldı. (A’râf; 78, Hûd; 65-68, Kamer; 31).

26.4.5.. Hz. İbrahim (a.s.) ve Kavmi

Kur’ân-ı Kerim’de en örnek karakter olarak Hz. İbrahim (a.s.)’inki gösterilmiştir. Araplar dinleri ve dini inançlarının Hz. İbrahim’den geldi­ğine inanıyor, ayrıca ırk yönünden de kendisine bağlı olduklarını söylü­yorlardı. Kureyşliler, İbrahim’in dininden ve soyundan geldikleri için de hayli itibar ve nüfuz sahibi olmuşlardı. Kur’an-ı Kerim, Hz. İbrahim’in Halilullah (Allah’ın dostu) lâkabını kazanmasını temin eden temiz karak­ter ve meziyetlere sahip olduğunu anlatmıştır. (Bk. Nisa; 124). Alemlerin Rabbi, bu sevgili kulunu bütün insanların imamı yaptığını da ilân etmiştir. (Bk. Bakara; 124). Hz. İbrahim, Allah’tan başka bir Rabb bulunmadığını ve babası ile diğer halkın doğru yoldan sapıp putperestlik yaptığını, atala­rını körü körüne taklid ettiğini görünce kendi atalarının dinine hiç itibar etmeyerek, gökler ile dünyaların hâkimine itaat etmekte bir an bile gecik­medi. Hz. İbrahim sadece kendisinin sâlih bir mü’min olmasıyla yetinme­di ve bütün halkın ıslâh edilmesi için seferber oldu. Babasına ve diğer insanlara Hak dininin temel prensiplerini anlattı ve putperestlikten vazgeç­melerini istedi. Onların şirk ve büsbütün sapıklık içinde olduklarını ilân etti. (En’am; 74-81). Babasına dedi ki, sen sağır ve dilsiz olan putlara tapı­yorsun ve aslında Şeytan’a itaat ediyorsun. Babası bu sözlerine çok kızdı ve O’nu evden kovdu. (Meryem; 43-46). Hz. İbrahim, önce nasihat ve tel­kin yolunu denedi ve kavminin düzelmesi için çaba harcadı. Kavmi O’nun telkinlerine uymayınca bir gün onların bir tapmağına girip, bütün putları kırdı ve böylece bu putların kendilerini bile müdafaa etmekten âciz oldu­ğunu ispatladı. (Enbiya; 53-67, Saffat; 85-96). Hz. İbrahim’in putlara bu tecavüzü hakkındaki şikâyet, kendisinin Tanrı olduğunu iddia eden hü­kümdara iletildi.

Bu hükümdar O’nu sarayına çağırdı ve orada sorguya çekti. Hz. İbra­him, o zâlim hükümdardan hiç korkmadı ve kime, niçin inandığını açıkça söyledi. Hayat ve ölüme kâdir olan Allah’a inandığını bildirdi. O zâlim hükümdar (Nemrud) dedi ki: “Hayata ve ölüme ben kadirim.” Bunun üze­rine Hz. İbrahim kendisine şu soruyu sorarak O’nu şaşkına çevirdi: “Ma­dem ki sen hayata ve ölüme kadirsin o zaman doğudan doğan güneşi batı­dan doğdur.” (Bakara; 258). Hz. İbrahim’in cezalandırılması için büyük bir ateş yakıldı ve kendisi oraya atılmak istendi. Ama o güç koşullarda bi­le Bâtıl’a boyun eğmedi ve Hak için yanarak ölmeyi göze aldı. Cenab-ı Allah, kendi rahmeti ve kudretiyle bu ateşi söndürdü ve Hz. İbrahim için zararsız hale getirdi. Fakat Hz. İbrahim bunun böyle olacağını bilmiyordu ve kendisine göre Hak için ölmek, Bâtıl’a boyun eğmekten daha iyiydi. (Enbiya; 68-79- Sâffât; 97-98). Bundan sonra da, Hz. İbrahim’in çilesi bit­medi ve Hz. İbrahim’in din ile vatan arasında seçim yapması gerekti. Bu safhada da Hz. İbrahim’in din ve Allah sevgisi ağır bastı ve bunlar için evini, barkını, ailesini, sülâlesini, milletini ve vatanını terk edip, Allah’a güvenerek bir yöne hareket etti.

Bu, mecburi bir sürgündü ve Hz. İbrahim buna seve seve katlandı. Bir de o çağın şartlan göz önünde bulundurulursa Hz. İbrahim’in ne büyük fedakârlık yaptığı ortaya çıkar. O devirde seyahat etmek, hem de bir memleketten başka bir memlekete uzun bir yolculuk yapmak ölümü davet etmek demekti. Ulaşım imkânlarının zorluğu bir yana, yollar ve kavşaklar ile dağlar ve vadiler eşkıya ile doluydu. Yolcular öldürülüp malları talan edilirdi. Fakat İbrahim (a.s.) hiçbir şeyden korkmadı ve şunları söyleyerek yola devam etti: “Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gösterir.” (Sâffât; 99), ihtiyarlığında da Hz. İbrahim’in çileleri ve fedakârlıkları bitmedi. Büyük dua ve temennilerle karısı tarafından bir oğlu dünyaya getirilince kendisini galiba en büyük imtihan bekliyordu, ilâhi emre göre bu süt çocuğunun annesiyle beraber Allah’ın evinin yapılacağı Mekke’nin o zamanki ıssız ve çorak topraklarına bırakılması istendi. Hz. İbrahim bu isteğe de derhal uydu ve oturmakta olduğu Filistin’den yüzler­ce kilometrelik yolculuk yaptıktan sonra karısını ve çocuğunu Mekke va­disine bırakıverdi (Hacc; 26, İbrahim; 37). Sonra aynı çocuk delikanlılık çağına gelince, Allah yolunda kurban edilmesi istendi. Hz. İbrahim bu ilâhi emre de uymakta hiç tereddüt etmedi ve çocuğunu kurban etmek amacıyla bir tepenin yanına gelip O’nu boğazlayacağı sırada Cenab-ı Al­lah o çocuğu kurlardı ve yerine bir hayvan fidye etti. (Saffât; 100-107). Gerçek şu ki Hz. İbrahim (a.s.) gibi Allah sevgisiyle yanan peygamber az bulunur. Hz. İbrahim Allah yolunda hiçbir fedakârlığı esirgemeyecek ya­pıda bir insandı. Din konusunda kimseye zerre kadar taviz vermeye razı değildi. Nitekim, dini ve imanı için vatanını terk ederken hemşehrilerine şöyle seslendi: “Siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (Mümtehine; 4). Hz. İbrahim, babasının mağfireti için dua etmeye söz vermişti, fakat O’nun, Al­lah’ın düşmanı olduğunu, kendisini ıslâh etmeye hiç niyeti olmadığını gö­rünce onunla olan sevgisine de son verdi. (Tevbe; 114) İşte Kur’an-ı Ke­rim, İslâmî davet sırasında Mekkeli ve diğer insanlara böylesine erdemli insanların karakterlerini örnek olarak sunmuştur.

26.4.6. Hz. Lût (a.s.) ve Kavmi

Hz. Lût, Hz. İbrahim (a.s.)’in yeğeniydi ve O’nunla birlikte hicret edip Filistin’e gelmişti. Filistin artık Hz. Lût (a.s.)’un ikinci vatanı olmuş­tu. Hz. Lût (a.s.)’un oturduğu bölgenin hemen bitişiğinde bir bölge vardı ki, buranın sâkinleri ahlâksızlık ve sapıklıkta herkesi geçmişti. Cenab-ı Allah, Hz. Lût (a.s.)’u bu milletin ıslâhı için tâyin etti ve O’nu peygamber yaparak, o bölgeye gönderdi. Bu millette homoseksüellik almış yürümüş­tü. Erkekler erkeklerle ilişki kuruyordu ve bunu saklamaya hiç de lüzum görmüyorlardı. Bu şen’i fiilden toplantılarda bahsetmek bir marifet sayılı­yordu. Lût kavmin oturduğu bölgeden hiçbir seyyah veya ticaret kafilesi emniyet içinde geçemezdi. (Neml; 54, Ankebût; 29). Hz. Lût yıllarca bu milleti ıslâh etmeye çalıştı, onları Allah’tan korkmaya ve kötü fiillerini ve alışkanlıklarını terk etmeye davet elti, ama kendilerinin cevabı şuydu: “Ey Lût, bu sözlerine son vermezsen bu memleketten çıkarılanlardan olursun”. (Şuara; 167). Hz. Lût bu tehditlere önem vermedi ve tebliğini sürdürdü. Bunun üzerine Lût kavmi şöyle dedi: “Onları şehrinizden çıkarın. Çünkü onlar temizlik taslayan insanlardır.” (A’raf; 82, Ankebût; 56). Nihayet Al­lah onları cezalandırmaya karar verdi ve bunun için çok ilginç bir senaryo hazırladı. Birkaç meleği yakışıklı delikanlılar şeklinde Hz. Lût’un evine misafir olarak gönderdi. Bu delikanlılar Hz. Lût’un evine gelir gelmez bü­tün şehir ahalisi bundan haberdar oldu ve herkes Hz. Lût’un evine hücum etmeye başladı. Amaçları bu delikanlıları kendi cinsel açlıklarına âlet et­mekti. Hz. Lût (a.s.) bu adamlara yalvardı ve kötü amellerinden vazgeçme­lerini istedi. Fakat onların gözü dönmüştü. O’nun sözlerini hiç dinlemedi­ler, aksine kızarak şöyle dediler: “Biz seni herkesi himâye etmekten men’etmedik mi?” (Hicr; 70) Bunun üzerine melekler kendilerinin Allah tarafından gönderilen yaratıklar olduğunu ve kendilerine azap getirdikleri­ni, Hz. Lût ve ailesinin de bu günâh diyarından şafak sökmeden ayrılmala­rını salık verdiler. Hz. Lût’un evine girmiş veya çatısına çıkmış olanlar ise derhal kör edildiler. (Kamer; 37). Sabaha karşı ise o memleket yerle bir edildi. Taş üstünde taş bırakılmadı, hiçbir ev sağlam kalmadı. Bundan son­ra gökten taşlar yağdı. Bu taşlardan her biri bir kişi öldürmek amacıyla atılmıştı. (Hûd; 82-83). Lût kavmi öylesine sapık ve ahlâksızdı ki, bütün memlekette Hz. Lût (a.s.)’un evinin dışında imanlı ve inançlı başka kimse yoktu. (Zariyât; 36). Bu tek evde de Hz. Lût (a.s.)’un karısı bile dinsizdi. Allah, Hz. Lût’a bu kadını yanına alıp çıkmamasını, zira onun da azaba uğ­raması gerektiğini bildirdi (Hûd; 81). Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde ve çeşitli vesilelerle Lût kavminin ne kadar alçak ve sapık olduğu, buna mu­kabil, Hz. Lût’un ne kadar örnek bir karaktere sahip olduğu anlatılmıştır.

26.4.7. Hz. Yusuf (a.s.)’un Hikâyesi

Bundan sonra tarihi sıraya göre Hz. Yusuf (a.s.)’un hikâyesi anlatıl­mıştır. Aslında Kur’an-ı Kerim’in bütün bir sûresi bu hikâyeyi anlatmak üzere indirilmiştir. Bu hikâyede hem iyi, hem kötü karakterler yine gözü­müzün önüne serilmiştir. Yani, Hz.Yusuf (a.s.)’un kötü niyetli ve küstah kardeşlerinin davranış ve karakterleri dile getirilmiştir ve onlar, babaları Hz. Yakûb’un en küçük oğlu Hz. Yusuf’u kendilerinden çok sevdiği için öldürmeyi veya bir yere götürüp atmayı planlamışlardı, bundan sonra da “sâlih kişiler” olarak babalarının önüne çıkıp küçük oğlu Yusuf’un kaybol­duğunu söylemeye karar vermişlerdi. Nitekim, hile ve bahanelerle kardeş­lerini gezmeye çıkardılar ve O’nu kör bir kuyuya attılar. Sonra Yusuf’un gömleğine kan sürerek ağlamaklı yüzleriyle babalarının önüne çıkıp, kü­çük çocuğu bir kurdun parçaladığını söylediler.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Yusuf’u kuyudan çıkarıp canını kurtaran ama sonra bu mazlum çocuğu kendileri için bir metâ haline getirip Mısır’da sa­tan ticaret kafilesindekilerin karakterini de ortaya koymuştur.

Sonra, Mısır Azizi (hükümdarı)’nin karısının karakteri vardır. Hz. Yusuf, bu hükümdar tarafından satın alınmıştı ve evinde yetiştiriliyordu. Bu hükümdarın karısı öylesine ahlâksızdı ki, eve alınan genç (Yusuf) ile yatmak istedi. Hz. Yusuf, günaha girmek istemediği zaman da O’nun pe­şinden koştu ve tam o sırada kocası eve gelince 180 derece bir dönüşle Hz. Yusuf’un kendisine tecâvüze kalkıştığını iddia etti. Ne var ki bu yılan ruhlu kadının yalanı büsbütün ortaya çıkınca ve O’nun Hz. Yusuf a sırıl­sıklam aşık olduğu bütün kadınlar tarafından öğrenilince, bu kadın bu yüksek tabakadaki kadınları sarayına davet ederek kendilerine Hz. Yu­suf’u gösterdi. Bu kadar yakışıklı bir gence aşık olmakta haklı olduğunu ve bu gencin kendisiyle sevişmeyi kabul etmemesi halinde hapse atacağı­nı ilân etti.

Burada dikkate değer nokta, Mısır yüksek sosyetesinin kadınlarının durumu ve karakteridir. Hz. Yusuf’un gençliği ve güzelliği bu kadınları öylesine büyülemişti ki, bunlar farkına varmadan kendi parmaklarını kes­mişlerdi. Bu kadınlar da Hz. Yusuf a aşık oluverdiler ve O’nu kendilerîne çekmek için türlü türlü yollara başvurdular.

Sonra, Mısır’ın hakim tabakasının karakteri vardır ki, bunlar kendi kadınlarının ahlâki bozukluğunun hıncını Hz. Yusuf’u hapse göndermekle almaya çalıştılar.

Ve bütün bunlar karşısında Hz. Yusuf’un karakteri ve faziletleri var­dır, ki kendisi hapse girmeyi kabul etti ama, kadınlarla günaha girmeye razı olmadı. Bundan sonra da takvasından dolayı iftihar etmedi ve son de­rece acz içinde Allah’a dua etti:

“Ey Rabbim, zindan bana bunların beni yapmaya çağırdığı şeyden daha sevgilidir. Eğer onların hilelerini benden döndürmezsen onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf; 33)

Hz. Yusuf, zindanda da Allah tarafından kendisine verilen vazifeyi unutmadı ve mahkumları vaaz ve nasihatler ile doğru yola çekmeye çalış­tı. O’nun hiç durmadan tebliğ işini yaptığına dair kayıtlar Kur’an-ı Ke­rim’de Yusuf sûresinin 36 ile 40. ayetlerinde bulunmaktadır. Aslında Hz. Yusuf’un hapisteki yaşantısı çok uzundu ve kendisi bu süre içinde muaz­zam tebliğ faaliyetlerinde bulunmuş oldu.

Daha sonra Hz. Yusuf’un Mısır Azizi’nin gördüğü bir rüyayı doğru tabir ettiği Aziz’in kendisini zindandan çıkarmak istediği ve nihayet, biz­zat Aziz’in karısı ve diğer kadınların Hz. Yusuf’un masum ve suçsuz oldu­ğuna dair ifadede bulunduklarından sonra kendisini serbest bıraktığına ta­nık oluyoruz.

Bundan sonra, Mısır’da Hz. Yusuf için iktidar ve ikbal kapısı açıldı ve kendisi bu ülkenin rakipsiz hükümdarı oluverdi. Hz. Yusuf’un hüküm­darlığı sırasında ülkede büyük bir kıtlık ve açlık baş gösterdi ve bu dö­nemde kendisini kuyuya atan yine o hain kardeşlerinin yanına gelip sık sık para ve yiyecekler aldılar. Bütün bu süre içinde Hz. Yusuf bir defa bi­le kardeşlerinden intikam almayı düşünmedi. İşin tuhafı, O kendi kardeş­lerini tanıyabiliyordu, ama kardeşleri O’nu tanımıyorlardı ve para ile erzak aldıkları kiralın öz kardeşleri olduğunu bilmiyorlardı. Fakat, bu kardeşler üçüncü defa Hz. Yusuf a gelince, Hz. Yusuf onlara hakikati açıklayıp, kendisini kuyuya attıklarını söyleyince onlar da suçlarını itiraf ettiler. Fa­kat Hz. Yusuf gene büyük bir alicenaplık göstererek kendilerine şöyle de­di: “Hiç korkmayın, Allah sizi affeder, O, en büyük Rahman ve Rahim­dir.” Bundan sonra Hz. Yusuf sadece babasını Mısır’a getirmekle kalmadı, kardeşlerinin de aileleriyle birlikte Mısır’a yerleşmelerine yardımcı oldu, onlara iyi muamele yaptı ve şan ve şerefle yaşamalarını sağladı.

Hz. Yusuf gibi yüce ve güzide bir peygamberin temiz karakterinin son örneği yine Yusuf sûresinde verilmiş ve kendisinin, kuvvet ve kudre­tin zirvesinde olmasına rağmen mütevazılığından zerre kadar bir şey kay­betmediği ve her vesile ile Allah’a ibadet ettiği ve O’na boyun eğerek şöy­le dualar ettiği kaydedilmiştir:

“Ey Rabbim, bana mülk verdin. Ve bana rüya tabirini öğrettin. Gök­leri ve yeri yaratan Sensin. Dünyada da Ahirette de benim velimsin. Beni müslüman olarak vefat ettir. Salihlere kat.” (Ayet; 101)

26.4.8. Hz. Şuayb (a.s.) İle Medyen ve Eykeliler

Kur’an-ı Kerim’de Hicaz’ın kuzey bölgesinde yaşamış olan Medyenli­ler ile Eykelilerin hikâyesi de anlatılmıştır. Bu milletlerden bahsedilirken bunların ahlâki bozukluklarına da değinilmiş ve bunların özellikle alış ve­rişte hile yaptıkları, soygun düzenledikleri ve fitne ve fesâd yaydıkları ifa­de edilmiştir. Hz. Şuayb, hem Medyenliler hem Eykelilere nebi olarak gönderildi. Hz. Şuayb yıllarca bu milleti ıslah etmeye çalıştı, ömrünü ve kuvvetini onları doğru yola getirmek için harcadı. Onları Allah’tan korkmaya davet etti. Ne var ki, çok az sayıda İnsanlar O’nun dinini kabul etti­ler ve çoğu kendi cehâlet ve dalaletlerinde ısrar ettiler. Medyenli kabile reisleri Hz. Şuayb ile şöyle dalga geçiyorlardı.

“Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını terk etmemizi, yahut malları­mızda istediğimizi yapmamayı dinin mi sana emrediyor?” (Hûd; 87)

Başka bir deyimle, bu kabile reisleri sırf ataları putperesttiler diye Al­lah yerine putlara tapılmasının daha doğru olacağını söylüyorlardı. Onlar ticarette hilelerini de aynen sürdürmek istiyorlardı. İstedikleri kadar soy­suzluk ve hıyânet yapmak istiyorlardı. Bu kötü işlerine kimsenin mani ol­masını istemiyorlardı. Bunun yanı sıra, kendi halklarını Hz. Şuayb aley­hinde şöyle kışkırtmaya çalışıyorlardı:

“Eğer Şuayb’a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz.” (A’raf; 90)

Bir bakıma onların maddi refahı ve mutluluğu yalan ve hileye daya­nıyordu. Her türlü gayri meşru yollarla para pul ve servet toplamak isti­yorlardı. Bu hususta kendilerine herhangi bir müeyyide getirilmesi halin­de kendilerinin perişan ve helâk olacaklarını sanıyorlardı. Onlar bu yüz­den Hz. Şuayb’ı şöyle tehdit ettiler:

“Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte iman edenleri ya memleketimiz­den çıkaracağız, yahut bizim dinimize döneceksiniz.” (A’raf; 88)

Onlar şunları da dedi:

“Seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer kabileden olmasan seni taşla öldürürdük. Sen bizden üstün ve şeref sahibi değilsin.” (Hûd; 91)

Hz. Şuayb kendilerine şu cevabı vererek onları uyandırmaya çalıştı:

“Ey kavmim, benim kabilem size Allah’tan daha mı azizdir? Halbuki, siz O’nu arkanıza attınız.” (Hûd; 92)

Aynı tavrı Eykeliler de Hz. Şuayb’a karşı takındı ve hiçbir nasihatine kulak asmadılar. Onların cevabı şuydu:

“Eğer sözünde doğruysan gökten üstümüze bir parça düşür.” (Şuara; 187)

Nihayet, Cenab-ı Allah her iki millete de azab gönderdi ve onları helâk etti. Kureyşliler ticaret yolculukları sırasında Suriye’ye giderken Al­lah’ın gazabına uğramış olan bu milletlerin bölgesinden geçiyorlardı. Bu sebeple, bu milletler hakkında Kur’an-ı Kerim’in anlattıklarının onları et­kilememesi imkânsızdı.

26.4.9. Hz. Musa ve Firavun

Firavun ve görkemli ordusunu Allah’ın azabına uğrayarak denizde boğulduğuna dair kıssa dünyanın her yerinde çok iyi biliniyordu. Ayrıca, Arabistan’la Yahudiler ile Hıristiyanların belli bazı grupları yaşıyordu. Bun­lar vasıtasıyla da Araplar, Firavun ve Mısırlılara Hz. Musa’nın peygamber olarak tayin edildiğini de biliyorlardı. Hz. Musa’nın bazı akıl almaz Mu’cizeler yapma kabiliyetine sahip olduğu ve milletini yıllarca Allah’a davet ettiği, ama bütün gayretlerine rağmen kendisine iman edenlerin sayısının parmaklarla sayılacak kadar az olduğu da herkesin bilgisi dahilinde idi. Bizzat Kureyşliler de Hz. Musa’nın bazı Mu’cizeler yapma durumunda ol­duğunu biliyorlardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (a.s.)’e yönelttikleri iti­razlardan biri şuydu:

“O’na da Musa’ya verilenler gibi verilseydi.” (Kasas; 48)

Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa ile Firavun’un hikâyesi Kur’an-ı Kerim’de etraflıca anlatılmış ve bu meyanda iyi ve kötü karakterlerinin çeşitli misalleri verilmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Firavun ve yandaşlarının ayıplan bir bir dile geti­rilmiştir:

“Firavun yeryüzünde kibir ve ceberut gösterdi. Oranın halkını par­çalar, bölerdi. Onlardan bir zümreyi zaafa düşürüp erkek çocuklarını bo­ğazlatıyor ve kızlarını da hayatta bırakıyordu. Şüphesiz o fesatçılardan­dı.” (Kasas; 4)

Yani, Firavun’un saltanatında orman kanunu uygulanıyordu. Hak ve hukuk, adalet ve eşitlik diye bir şey yoktu. Güçlü olan borusunu öttürü­yordu. Bölücülük ve anarşi bizzat hükümet tarafından yapılıyor ve teşvik ediliyordu. Halk çeşitli gruplara ve kamplara bölünmüştü, zayıf ve fakir halk, güçlü ve zenginler tarafından eziliyordu. Özellikle mevki ve makam sahipleri, halktan olan beni İsrail’e korkunç baskı ve zulüm yapıyordu. İs­rail oğullarının erkek çocukları öldürülüyor ve kız çocukları sağ bırakılı­yordu. Maksat, İsrail oğullarının neslini tüketmekti. Kadınları da zamanla Mısırlılarla evlendirilip İsrail soyu yok edilecekti ve Mısır sadece Mısırlı­lara kalacaktı. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Musa İsrail oğullarına bağlı bir evde dünyaya geldiği zaman Cenab-ı Allah annesinden, bebeğini Fira­vun’un şerrinden korumak amacıyla bir sepete koyup nehre bırakmasını istedi. (Kasas; 7)

Firavun’un Mısırlılara karşı tutumu da iyi değildi. Bu husus gayet açık bir biçimde Zuhruf sûresinin bir tek ayetinde anlatılmıştır:

“Kavmini küçümserdi. Onlar da Firavun’a itaat ettiler. Onlar fasık­lar topluluğu idi.” (Ayet; 54)

İşte bu ayette gerek Firavun’un adiliği, gerekse halkının ahlâki bozuk­luğu böyle anlatılmıştır.

“Bir şahıs veya zümre bir ülkeye mutlak hakim olup keyfi hareket etmeye, bu uğurda her türlü oyunu tezgahlamaya, her tertip ve hileye baş­vurmaya, sağduyu ve vicdanı pazara çıkarmaya, insanları satın almaya ve satın alamadıklarını acımadan ezmeye ve çiğnemeye çalışırken, ağzıyla bunu açıkça söylemese de tutumu ve davranışı her şeyi ortaya koyar. Bu kişi veya gruplar, halkı koyun, kuzu sanır, akıl, mantık ve zekâ bakımın­dan kendilerinden çok aşağıda görürler. Onları hafife alır ve istedikleri gi­bi kullanabileceklerini, istedikleri yöne sevk edebileceklerini düşünürler. Zamanla, bu gibi diktatör kişi ve ekiplerin ektikleri kin ve nefret tohumla­rı meyvelerini verir, milletin çeşitli grupları ve sınıfları birbirini kırar ve çaresiz kalıp, egemen kişi ve sınıfa tabi olurlar. Bu safhada halkın bütün kesimleri bu tağutlara itaat eder, onların uşağı haline gelirler. Böylece ha­kim kişi veya sınıfın ilk başta düşündükleri doğru çıkar ve halk kendileri­nin köleleri olur. Milletin ve halkın bu utanç verici davranışının sebebi bunların temelde “fâsık” ve “fâcir” olmalarıdır. Onlar, Hak ile Bâtıl ara­sındaki büyük farkı bilmezler. Onlar, adalet ile zulmü, doğru ile yanlışı, sadakat ile hıyaneti, dürüstlük ile dolandırıcılığı hakiki mahiyetleriyle bil­mezler, ya da bilmezlikten gelirler. Onlar için önemli olan kendi menfaat­leridir. Bu maksatla her zalimin peşinden koşmayı, her diktatörün önünde boyun eğmeyi her bâtılı kabul etmeyi ve her doğru söze karşı çıkmayı adet edinirler (Tefhim’ul-Kur’an, C.IV, Zuhruf sûresi, 50. dipnotu).

Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ile birlikte Firavun’un sarayına gidip kendisinin Allah’ın rasûlü olduğunu söyleyip bazı Mu’cizeler gösterince pek çok kişi hayrete düştü ve bunun Allah’ın işaretleri olduğunu kabul et­mekte gecikmediler. Ancak Firavun ve yandaşları cehalet ve dalaletlerin­de ısrar ettiler. Onların gururu, Hz. Musa’nın Mu’cizelerini kabul etmeleri­ni engelledi. Firavun, bu Mu’cizelerin birer sihir olduğunu iddia etti ve ta­raftarları da evet dediler. Hz. Musa’nın asasını ejderhaya dönüştürmesine sihirbazlar bile hayret ettiler ve bunun Allah’ın bir kerameti olduğunu söy­lediler. Sadece bu değil, Hz. Musa’nın diğer Mu’cizeleri de aynı derecede şaşırtıcıydılar. Meselâ, Hz. Musa’nın önceden verdiği habere göre Mısır çapında bir kıtlık ve açlığın baş göstermesi ve duasıyla bu afetlerin kaybol­ması, yine O’nun önceden verdiği habere göre bütün ülkede şiddetli yağ­murun yağması ve fırtınanın kopması ve yine O’nun duasıyla bunların son bulması, duasıyla bütün ülkeye çekirge, kurbağa, bit ve diğer haşaratın sı­rasıyla hücum etmesi ve yine O’nun duasıyla bu belâların ortadan kaybol­ması gibi. Bunların hiçbiri bir sihirbazın işi olamazdı. Bütün bunlar Alem­lerin Rabbi’nin kahrı ve gazabının birer işaretleriydiler. Zaten, her afet ve bela gediği zaman Firavun ve sarayındakiler tek ağız olup Hz. Musa’ya yalvarıyor ve O’nun dua edip kendilerini bu azaplardan kurtarmasını isti­yorlardı. Fakat, bu azaplar geçince Firavun ve taraftarları sözlerinden dö­nüyor ve Allah’a itaat etmek ve teslim olmaktan kaçınıyorlardı. (A’raf; 134-135, Zuhruf; 49-50). Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi Firavun ve yandaşları nasıl ve ne düşündüklerini ve nasıl hareket ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Nitekim, Kur’an’ın ifadesine göre Firavun ve diğer kâfirler Hz. Musa ve diğer müslümanların doğru yolda olduğuna kalben inanıyor­lardı, ama kendi gurur ve inatçılıkları yüzünden bunu açıkça ilân etmek­ten kaçınıyorlardı. (Neml; 14) Nitekim, Firavun ordusuyla birlikte deniz­de boğulurken yürekten inandıklarını nihayet açığa vurdu.

“inandım ki, İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım.” (Yunus; 90)

Velhâsıl, Firavun ve diğer kâfirler Hakk’ı bildikten ve öğrendikten sora bile gurur ve inatları yüzünden bâtıl’a tapmakta ısrar ettiler. Sarayda-kiler Firavun’a dediler ki:

“Musa ile kavmini yeryüzünde fesâd çıkarmaları, seni ve ilâhlarını gözden düşürmeleri için bırakır mısın?”

Firavun da cevap verdi:

“Onların erkek çocuklarını öldürtüp kızlarını ise hayatta bırakaca­ğım.” (A’raf; 127)

Böylece Hz. Musa’nın doğuşu sırasında çıkarılan kanun yeniden icra olundu ve Hz. Musa’ya iman edenlerin erkek çocuklarının öldürülüp, kız çocuklarının bırakılması emrolundu. (Mü’min; 25). Firavun, Hz. Musa’ya dedi ki:

“Yemin ederim ki eğer benden başka tanrı edinirsen seni muhakkak zindana atarım.” (Şuara; 29)

Sonra, kendi yandaşlarına da şöyle haykırdı:

“Ey millet! Ben sizin benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas; 38)

Ayrıca şunları da söyledi:

“Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Nâziât; 24)

Sonra alaylı bir tavırla kendi veziri olan Hâmân’a şöyle dedi:

“Ey Hâmân, çamur üstüne ateş yak ve bana bir kule yap, belki Mu­sa’nın ilâhına muttali olurum.” (Kasas; 38, Mü’min; 36-37)

Hatta bir defasında Hz. Musa’nın işini bitirmeye karar verip saraydakilerine şöyle haykırdı:

“Bırakın da Musa’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın.” (Mü’min; 26)

İşte Firavun ile saraydaki arkadaşlarının, dalkavuklarının ve diğer kâ­firlerin karakteri böyle idi. Kur’an-ı Kerim, bu insanların kötü amellerini ve kişiliklerini gayet güzel bir şekilde gözümüzün önüne sermiştir. İkinci tip ibret verici karakterler, kendi dinlerini korumak ve Hz. Musa’ya karşı yarışmak üzere ülkenin dört bir yanından gelip toplanan sihirbaz ve kâhinlerdi. Bunlar Firavun’un önüne çıkıp gayet âcizane bir şekilde, “Ma­jesteleri, biz kazandığımız takdirde mükâfata layık görülecek miyiz?” Kendilerine şöyle dendi: “Elbette ki hak ettiğiniz mükâfatı alacaksınız, hatta yanımda yeriniz olacaktır.” Fakat aynı sihirbazlar, Hz. Musa’nın mu­azzam Mu’cizeleri yanında kendi sihirlerinin bir işe yaramadığını görünce, hakikati anladılar ve bunların sihir değil, Allah’ın birer Mu’cizesi olduğunu gördükten sonra derhal secde edip “Biz Musa’nın Rabbine, Alemlerin Rabbine iman ettik” demekten kendilerini alamadılar. Bu sihirbazlarda birden bire öyle büyük bir değişiklik oluyor ki, Firavun bile hayretini giz­leyemiyor. Firavun onlara elleri ve ayaklarının kesileceği ve kendilerinin idam edileceği tehdidinde bulunuyor, ama onlar zerre kadar yunuyorlar ve kendisine şöyle meydan okuyorlar: “Vallahi sen ne yaparsan yap, biz hidayeti bulduk, biz hakikati gördük ve Allah’a inandık. Artık gerçekler­den ve Rabbimizden dönemeyiz.” (Bk. A’raf; 113-126, Taha; 70-73 ve Şuara: 41-51).

Kur’an-ı Kerim’de çizilen bir başka tip de, Firavun’ın bir nediminin karakteridir. Bu hükümet ve saltanat görevlisi kalben Hz. Musa’ya iman etmişti, ama bunu bir süre gizli tutmayı uygun görmüştü. Fakat Firavun, Hz. Musa’yı öldürmeye karar verdiğini açıklayınca bu arkadaşı yerinden fırlayarak kendisini şöyle ikaz etti: “Siz, sadece benim Rabbim Allah’tır dediği için mi birini katledeceksiniz?” Bundan sonra kendisi uzun ve etki­leyici bir konuşma yaptı. Bu konuşma, Mü’min suresinde 26. ayetten 44’e kadar kaydedilmiştir. Bu ileri görüşlü kişi konuşmasında Firavun ve O’nun gibi küfr ve şirkte ısrar edenleri Allah’ın azabıyla korkutmuş ve doğru yola gelmelerini istemiştir. Bu doğru ve yüksek meziyetli kişi, başı­na geleceklerden korkmadan Hak’tan yana çıktı ve hak bulduklarını dile getirmekten çekinmedi.

Ve tabii ki, en iyi ve örnek karakter Hz. Musa (a.s.)’nınkidir. Hz. Mu­sa, ahlâksızlık ve dalâletin en aşağı noktasına inmiş olan bir milletin fer­diydi. Öyle bir millet ki, evlâtlarının, gözlerinin önünde katledilmesine ses çıkaramıyordu. Bizzat Hz. Musa’nın adı bir Mısırlıyı öldürdüğü iddia­sı ile düzmece bir davaya karıştırılmış ve hakkında arama emri çıkmıştı. Bu sebeple vatanını terk edip senelerce Medyen’e sığınmak zorunda kal­mıştı. Böyle bir durumda Cenab-ı Allah O’nu peygamber yapıp Firavun gibi çağın en dehşetli hükümdarına karşı çıkmasını emredince hiç kork­madan hak yolunda yürümeye başladı. Bu yol dikenlerle doluydu. Kendi­sinde ne maddi bir güç vardı, ne de bir ordu veya kendisine can atan taraf­tarlar. Allah O’na bir asa ve “beyaz el” Mu’cizesi vermişti. Başka bir daya­nağı ve sermayesi yoktu. Hz. Musa, Firavun’un hiçbir tehdidi ve uyarısın­dan korkmadı. O’nun baskı ve zulümlerinden yılmadı. Yıllarca her türlü muhalefete karşı siper oldu. Ve ne zaman ki Firavun O’nu ölümle tehdit etti, kendisi çok sakin bir şekilde karşılık verdi:

“Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden Rabbim ve Rabbiniz olana (Allah’a) sığındım.” (Mü’min; 27)

26.4.10. Tarihten Diğer Örnekler

Kur’an-ı Kerim’de benzeri diğer pek çok tarihi vak’a ve kıssa anlatıl­mak suretiyle İslam’ın ne gibi karakter ve ahlâka sahip olan insanları be­nimsediği ve kimleri benimsemediği açıklanmıştır. Meselâ, bir tarafta Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberler vardı; -ki bunlar iktidar koltuğunda oturmuş ve kuvvet ve kudret sahipleri olmasına rağmen Al­lah’tan her an korkmuşlardı- Allah’ın çizdiği yoldan zerre kadar ayrılmı­yorlardı, bir hukuk devleti kurmuşlardı ve herkesin hakkını koruyor ve herkese eşit muamele ediyorlardı. Kibirle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri yoklu, yetkilerinin dışına çıkmıyorlardı ve nerede bir imtihana tabi tutul­duklarını görüyorlarsa orada hemen Allah’ın önünde eğiliyor ve O’ndan yardım istiyorlardı. (Sâd; 17-24, Neml; 19-40, Sâd; 34-35).

Bunun yanında Sebe’ (Saba) melikesi vardır ki, müşrik bir milletin kraliçesi olmasına rağmen Hakkı öğrendikten ve bildikten sonra hiç te­reddüt etmeden kabul etti ve müşriklerin kendisine nasıl bir tavır alacakla­rını bir an bile düşünmedi. (Neml; 44)

Yâsin sûresinde bahsedilen, Hakk’a tapan ve Hak yolunda olan bir ki­şinin karakteri vardır. Bir kişinin ait olduğu millet, kendilerine tayin olu­nan üç peygambere de sırt çevirmişti ve onların İslâm’a yaptıkları davetle­rine şiddetle muhalefet ediyorlardı. En nihayet; bu hak peygamberleri taş­layarak öldürmeye karar vermişlerdi. Böyle bir gergin havada Hak’tan ya­na olan bu cesur kişi ortaya çıkıyor ve şehrin bir ucundan öbür ucuna ka­dar gelip giderek peygamberlerin taşlanmaması için ellerinden geleni ya­pıyor. Halkın bu peygamberlerin davetine uymalarını istiyor ve onlara zu­lüm yapmamaları için yalvarıyor. Onların yanlış yolda olduğunu delillerle ortaya koyuyor ve kendisinin iman sahibi olduğunu iftiharla ilân ediyor. Bu hakperestin sözleri kendisine pahalıya mal oluyor ve öldürülüyor. Fa­kat böyle bir durumda bile ağzından kâfir ve müşrikler için beddualar çık­mıyor. Onun son arzusu dalâlet içindeki bu milletin doğruyu bulması olu­yor. (Yasin; 13-27)

Daha sonra Eshab-ı Kehf in örnek karakterlerine tanık oluyoruz. Bun­lar müşrik ve gözü dönmüş bir milletin zulmüne ve dinlerine gelen zarardan kurtulmak amacıyla sadece Allah’a inanarak ve güvenerek bir ma­ğaraya sığınıyorlar. Bu mağarada ne zamana kadar aç ve susuz kalacak­larını hiç düşünmüyorlar, zira kalbleri iman ateşiyle doludur. Onların tek düşüncesi kendi imanlarını son nefeslerine kadar korumaktır. (Kehf; 13-20)

Diğer tarafta zenginlik, bolluk ve dünya nimetlerinin, kısacası maddi­yatın simgesi olan Karun var. Bu Karun, Hz. Musa’nın milletinin bir ferdi idi, ama dünya sevgisi onu Firavun’a yaklaştırmış ve onun en güvendiği adamlarından biri olmuştu. Bu zengin ve varlıklı kişi haram mallar ve ser­vet toplayarak dünyanın en güçlü kişilerinden biri olduğunu iddia ediyor­du. İyi ve salih kişiler onun doğru yola gelmesini istediler, ama o bütün nasihatlere kulağını tıkadı, üstelik bütün mal ve mülkünü kendi bileğinin gücüyle topladığını iddia etmeye başladı. Dünyadaki kişiler onun şan ve şevketini görüp kendisinin çok talihli kişi olduğunu sanıyor ve ona gıpta ediyorlardı. Fakat Cenab-ı Allah, Karun’u sarayı ile birlikte bütün mal-mülk ve servetini yerin dibine batırınca onun gibi olmak isteyen herkes için bir ibret nişanesi oluverdi. (Kasas; 76-82)

Ayrıca, Sebeliler var ki, Allah memleketlerini bir Cennet’e çevirmişti. Ne var ki, bu millet Allah’a karşı isyan edince hak ettiği azaba uğradı ve gökten yağan yağmur ve yerden fışkıran sular bütün memleketi yerle bir etti. Muhteşem sarayları kuleleri ve yapıları yıkıldı, bağ ve bahçeleri vira­neye dönüştü. Kısacası, Sebe (Saba)liler öylesine korkunç bir akıbete uğ­radılar ki, felâketleri Arabistan ve civardaki bütün memleketlerde dillere destan oluverdi. (Sebe; 15-19)

Kur’ân-ı Kerim’de tarihten verilen örnekler arasında en kötü örnek herhalde Yahudilerinkidir. Gerçekten Yahudilerin tarihi ibretle doludur. Yahudiler Allah’a baş kaldırmak ve O’na nankörlük ve sadakatsizlik et­mekte bütün milletleri geride bıraktılar. Onlar tarihte en az iki defa büyük fitne ve fesada sebep oldular ve bunun neticesinde bir defasında Babil ve Asur hükümdarları tarafından büyük bir bozguna uğratıldılar ve ikinci de­fasında Romalılar ve Bizanslılar tarafından Filistin’den kovulup mahv ve perişan oldular. (İsrâ; 4-7) Son bozgun ve kovulmalarından sonra Yahudilerin bir kısmı Hicaz’a da gelip yerleşmişti. Araplar bu milletin kötülük ve ayıplarını tek tek biliyorlardı. Kur’an-ı Kerim bu ahlâkî bozukluklarına işaret ederek Cenab-ı Allah’ın bunları tasvip etmediğini kaydetti. Yahudiler kendi dünyevi menfaat ve ihtiraslarını tatmin etmek amacıyla dini hü­küm ve ilkeleri tahrif ediyorlardı ve ahirette nasıl olsa peygamberlerinin yardımıyla Cehennem ve azaptan kurtulacaklarını sanıyorlardı (A’raf;169). inançlarına göre ümmiler (Yahudi olmayanlar)’in mallarını gasbedip yemek ve onlara kötü muamele yapmak kötü bir şey değildi ve bu suretle herhangi bir günah işlemiş olmuyorlardı. (Al-i İmran; 75). Yahudilerin din âlimleri ve rahipleri halkın mallarını yemeyi âdet edinmişlerdi. (Tevbe; 37) Dinlerinin yasaklamış olduğu faiz illetine, mübtela olmuşlardı (Nisa; 161). Aralarında batıl inanç, sihir, falcılık ve ruhlar ile Şeytanı çağırmak gibi alışkanlıklar hayli yerleşmişti. Onlar bu gibi bâtıl inançlarının Hz. Sü­leyman (a.s.)’dan kaynaklandığını iddia ediyorlardı, halbuki hakikat bu de­ğildi. (Bakara; 102) Aralarında her türlü ahlâksızlık yayılmıştı, ama lider­leri ve ileri gelen kişileri kendilerini bu rezaletlerden kurtarmak için hiçbir çaba göstermiyorlardı. Bu nedenle ahlâksızlığın bataklığına battıkça batıyorlardı (Maide; 79). Aslında, Kur’an-ı Kerim bu ayıbın, felâkete sürük­lenmiş olan diğer milletlerde de yaygın olduğuna işaret etmiştir. Nitekim, Hûd sûresinde geçmişteki ümmet ve kavimlerin felâketinden, helâk olma­larından bahsedilirken şöyle denilmiştir.

“Sizden evvel geçen devirlerde (insanları) yeryüzünde fesaddan nehyedecek akıl sahipleri bulunmalı değil miydi? Ancak bunu pek azı yaptı. Ve biz de onları kurtardık. Nefislerine zulmedenler de kendilerine verilen (dünyalık) refahın ardına düştüler, günahkârlardan oldular. Rabbin halkı salih kimseler oldukları halde, memleketleri zulüm ile helâk edici değil­dir.” (Ayet; 116-117)

26.4.11. Kur’an-ı Kerim’de Eleştirilmiş ve Kınanmış Olan Kötülükler

İşte Kur’an-ı Kerim, böyle bir üslupla tarihi olay ve hikâyeleri anlat­mış ve ahlâki değerler ile ilkelerini ortaya koymuştur. Bunun yanı sıra, Kur’an-ı Kerim başka bir üslup kullanarak gerek Kureyşliler gerekse diğer Araplarda ve insan toplumlarında bulunan kötülüklere değinmiş, ahlâkî bozukluk ve kötü amelleri eleştirmiş ve kınamıştır. Bunlar öyle ahlâksız­lık ve kötülüklerdi ki, bunlara kimse iyi ve uygun demeye cesaret edemez­di. Buna karşılık, Kur’an-ı Kerim, İslam’ın fertler ve toplumların hangi va­sıf, meziyet ve ahlâka sahip olmaları gerektiğine işaret etti. Bunlar da öyle meziyetlerdi ki kimse bunların iyi olmadığını söyleyemezdi.

Biz burada şimdi Kur’an-ı Kerim’in eleştirmiş ve kınamış olduğu kö­tülüklerden bahsedeceğiz:

“Vay haline, arkadaş çekiştirmeyi ve yüze karşı eğlenmeyi adet edi­nenlerin. O ki, mal topladı ve saydı. Malının kendisine ebedi hayat vere­ceğini sanır.” (Hümeze; 1-3)

“Dini tekzip edeni gördün nü? Bu o kimsedir ki yetimi şiddet ve zor­la itip kakıyor. Fakiri de doyurmaya teşvik etmez. Vay haline o namaz kı­lanların ki, onlar namazlarından gafildirler. Onlar riyakârlardır. Ve zekâtı da men’ederler.” (Mâûn; 1-7)

“Fakat insanı Rabbi mümtaz kılıp ona ikram edip nimetler verirse ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Amma Rabbi onu imtihan edip rızkını kısıt­larsa ‘Rabbim bana ihanet etti’ der. Hayır öyle değil. Bilâkis siz yetime ikram etmezsiniz. Fakirleri doyurmak için birbirinizi teşvik ve tergîb et­mezsiniz. Helâl ve haram demeyip mirası alabildiğine yersiniz. Malı da pek çok seversiniz.” (Fecr; 15-20).

“Çoklukla iftihar sizi o kadar şaşırttı ki kabirlere varıncaya kadar zi­yaret ettiniz. Bununla iftihar doğru değildir. Bunu ilerde bileceksiniz.” (Tekâsür; 1-3)

“Çok yemin eden zelil ve hakir olanlara itaat etme. Halkı çok ayıpla­yan ve lâf getirip götürme ile meşgul olana, Hayrı meneden, haddini aşarak günah işlemekte ısrar edene. Zorbaya ve soysuz yardakçıya (itaat etme). Mal ve evlât sahibi oldu diye.” (Kalem; 10-14)

“Ölçü ve tartıda noksan yapanların vay haline. Ki onlar insanlardan alırken ölçüyü tam yaparlar. Fakat İnsanlar ölçer veya tartarlarsa eksik yaparlar. Onlar ba’s olunacaklarını bilmezler mi? O büyük kıyamet gününde, insanların Alemlerin Rabbi huzurunda kalkacağı günde.” (Mutaffifin; 1-6)

“Teraziyi adaletle ve doğru tutun. Tartılan noksan etmeyin diye.” (Rahman; 9)

“Onlar cennettedirler. Sorarlar mücrimlerden “sizi bu cehenneme sokan nedir?” Onlar şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan değildik. Yok­sullara yedirmezdik. Bâtıla dalanlarla beraber dalardık. Kıyamet gününü de yalanlardık.” (Müddessir; 40-46)

“(Kıyamet günü cehenneme yollanacak olanlar giderken kendileri hakkında şöyle denilecektir): Çünkü o büyük olan Allah’a iman etmezdi. Fakirlere yemek vermeye teşvik etmezdi. Bugün burada ona acıyacak yoktur.’ Yemek olarak da ancak kan ve irin vardır. Ki onu ancak kâfirler yer.” (Hakka; 33-37)

“O kıyamette ‘boş yere çok mal sarf ettim’ der. O kendini kimsenin görmediğini mi zannediyor?” (Beled; 6-7)

“Mallarını Allah yolunda harcayan ve sonra bunu minnet ve eza ile takip etmeyenlerin mükafatları Kabları kalındadır. Onlara korku ve hü­zün yoktur. İyi bir söz ve bağışlama, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.” (Bakara; 262-263)

“Ey mü’minler, sadakalarınızı başa kalkmak ve eza ile heder etmeyi­niz. Halka gösteriş (riya) olarak malını infak (harcayan) eden Allah’a ve ahirete iman etmeyen, üstünde biraz toprak bulunan düz kaya gibidir; ki ona şiddetli bir yağmur isabet ederse toprağı götürür. Ve kayayı dümdüz bırakır.” (Bakara; 64)

“Allah’ın fazl-u kereminden kendilerine verdiği şeyle cimrilik edenler bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Şüphesiz bu onlar için bir şerdir. Kıyamet gününde o cimrilik ettikleri şey, boyunlarına ta­kılmış olarak gelirler.” (Al-i İmran; 180)

Cimrilik sadece para ve malların kendisi, karısı, çocukları ve ailesi için kullanmamak değildir. Cimrilik, pek çok konularda cömertlik eden ve bol bol para harcayan ama Allah’a ve dine sıra gelince yan çizen bir kişi­nin davranışına da denilir.

“Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez. Cimrilik edenler cimrilikle insanlara emredenler ve Allah’ın fazl ve kereminden onlara verdiğini saklayanlar Allah’ın sevmediği mağrurlardır.” (Nisâ; 36-37)

“Nefsini cimrilik ve hasedden koruyanlar işte onlar felâha erenler­dir.” (Teğabun; 16)

“Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde mağrurane ve çalımla yürüme. Çünkü Allah kibir taslayıp kendini beğeneni sevmez. Yü­rüyüşünde mutedil ol. Sesini alçak, çünkü seslerin en çirkini eşeklerin se­sidir.” (Lokman; 18-19)

“Allah’ın bazınızı bazınız üzerine üstün kıldığı şeyi hased etmeyin.” (Nisâ; 32)

Bir insanın, başka bir insana, daha iyi bir durumda olduğunu görerek imrenmesi zaten hasedin temelidir. Bundan sonra imrenen kişi imrenilen kişiyi kıskanır ve ondan nefret etmeye başlar. Kendisinin onun durumuna yükselebilmesi için onun kötü hale gelmesini ve çaresiz kalmasını ister. Bu hedefe varmak için bazen gayrı meşrû ve iğrenç yollara başvurur.

“De ki: ‘Rabbim açık ve gizli hayasızlığı,’günahı, haksız yere isyanı ve onun için burhan ve hüccet indirilmemiş iken Allah’a şirki ve Allah hakkındâ bilmediğinizi söylemenizi haram kılmıştır.” (A’raf; 33)

“iyilik etmemek İnsanlar arasında ıslâha çalışmamak hususunda ye­minlerinizi engel yapmayın. Allah, yeminlerinizdeki lağvınızdan (yanıl­madan) dolayı sizi muaheze etmez. Lâkin kalbinizin kazandığı ile mes’ul olursunuz.” (Bakara; 224-225)

“Karşılıklı ahitleştiğiniz vakit Allah’ın ahdini yerine getirin. Sapa­sağlam eylediğiniz yeminleri bozmayın. Bu ahd ve yeminde Allah’ı kefil yapmışsınızdır. Allah işlediklerinizi bilir. Sağlam olarak eğirdiği ipliği tekrar bozan kadın gibi olmayın. Bir kavmi diğer bir kavimden daha çok görmekten dolayı yeminlerinizi aranızda hile ve fesad vesilesi yapmayın. Allah sizi bununla imtihan eder.” (Nahl; 90-91)

“Amma Allah’ın ahdini kabul etlikten sonra onu bozanlar, Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi kesenler ve yeryüzünde fesad çıkaranlara lânet ve cehennem vardır.” (Ra’d; 25)

“De ki: ‘Hükümdarlar bir memlekete girdikleri zaman onu perişan ederler. Ve halkının en şereflilerini hor ve hakir kılarlar.” (Neml; 34)

Hucurât sûresinde (Ayet; 11,12) kınanmış olan ahlâksızlıklar ve kötü ameller şunlardır: İnsanların biriyle alay etmeleri, birini öfkelendirmeleri, küçük düşürmeleri, birine kötü isim takmaları, yersiz ve gereksiz olarak biri hakkında kötü düşünmeleri, ondan kuşkulanmaları, başkalarının özel hayatları hakkında dedikodu etmeleri ve birinin arkasından konuşmaları.

“Cehâlet ve akılsızlıklarından dolayı evlâtlarını öldürenler ve Al­lah’a iftira ederek kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri haram eyleyen­ler muhakkak ziyan ettiler; dalâlete düştüler.” (En’am; 140)

“Ve eğer onlardan biri kız çocuk ile müjdelense öfkelenerek yüzü simsiyah olur. Kendisine müjdelenen şeyin fenalığından utanarak halktan yüzünü saklar. Onu hakaretle bırakayım mı yoksa toprağa mı gömeyim diye düşünür. Dikkat edin ki, ne fena hükmediyorlar.” (En-Nahl; 58-59)

“Diri diri gömülen kızlara sorulduğunda, hangi suçtan dolayı öldü­rüldüğü…” (Tekvir; 8-9)

“Bir hatayı veya bir günahı işleyip sonra onu bir suçsuzun üzerine atan apaçık bir iftira ve günahı yüklenmiş olur.” (Nisâ; 112)

“Hainler için müdafaacı olma… Ve Allah’tan mağfiret dile. Çünkü Allah mağfiret edici ve rahimdir.”

(Nisâ; 105-106) “Allah hainlikte ısrar eden günahkârları sevmez.” (Nisâ; 107)

“Hıyanet eden hıyanet ettiği şeyle birlikte kıyamet günü meydana ge­tirilir. Sonra herkese dünyada iken kazandığının karşılığı ödenir. Ve kim­seye zulüm olunmaz.” (Al-i İmran; 161)

“İnsanların mallarına artış olması için verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât ise, işte bunu yapanlar sevaplarını kat kat arttıranlardır.” (Rûm; 39)

“Ey mü’minler, kendi aranızda ticaret olmaksızın mallarınızı haram sebeplerle yemeyiniz. Kendinizi öldürmeyin… Kim helâlin sınırını aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa onu Cehenneme sokara.” (Nisa; 29-30)

“Haksızlıkla birbirinizin malını aranızda yemeyiniz. İnsanların bir kısım malını bilerek ve haksız olarak yemek için onu (o malları) hakimle­re aktarmayınız.” (Bakara; 188)

Bu demektir ki, yetkililere rüşvet edip işlerinizi yürütmeye çalışmayı­nız. Ayrıca, gerçekler ortada iken ve malların kime ait olduğu bilinirken boşu boşuna davayı mahkemeye götürmeyiniz.

“Şahitliğe çağırıldıklarında ondan kaçınmasınlar… Şahitliği gizle­meyin. Şahitliği gizleyenin kalbi günahkâr olur.” (Bakara; 282-283)

“Yalan sözden sakının.” (Hacc; 30)

Bu ayetin kapsamına yalan şahitlik de giriyor. Nitekim, Rasûlullah (a.s.) da şöyle buyurmuşlardır: “Yalan şahitlik, Allah’a şirk ile eşittir.”

“Güzel bir şefaatte bulunan ondan bir nasip vardır. Ve kötü bir şefa­atte bulunana onun misli vardır.” (Nisâ; 85)

Yani şefaatçi, şefaat olunanın iyi ve kötü amelini paylamış olacaktır.

En-Nûr sûresinde 4. ayetten 23. ayete kadar namuslu ve temiz karak­terli kadınlara iftirada bulunmak, onlar hakkında türlü türlü dedikodu yap­mak ve yaymak ve toplum içinde çıplaklık, fuhuş ve zina gibi illetleri yaymak ağır bir dille eleştirilmiş ve kınanmıştır. Ayrıca, bu hükümler sa­dece kadınlara mahsus değildir.Aynı şekilde erkeklere iftira yapılması da yasaklanmıştır.

“Kadınlarla iyi geçinin.” (Nisâ; 19)

“Kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirince onları âdet ve örf dai­resinde nikâhınız altında tutun. Veyahut iyilikle bırakın. Zulmetmek mak­sadıyla onları zorla tutmayın. Bunu yapan kimse kendine zulmetmiş olur.” (Bakara; 231)

“O cariyeleri sahiplerinin izni ile nikâhlayın. İffetli yaşamaları zina­dan ve gizli dost tutmaktan uzak oldukları halde nikâh bedellerini (mehrini) iyilikle veriniz. Evlendikten sora fuhuş irtikâb ederlerse o zaman hür kadınlara olan cezanın yarısı kadarı ile cezalandırılırlar.” (Nisâ; 25)

“Ey Peygamber, mü’min kadınlar Allah’a bir şey şirk koşmamak, hır­sızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarını öldürmemek, elleri ve ayakla­rı arasındaki şeyi iftira ile bühtan etmemek ve herhangi bir iyilik husu­sunda sana muhalefette bulunmamak üzere biat için sana gelirlerse biatlerini kabul et.” (Mümtehine; 12)

Burada iftira ile bühtan etmekten iki şey kastedilmiştir. Bir, bir kadı­nın, başka bir kadının bir erkekle dost veya metres hayatı yaşamakta oldu­ğunu iddia etmesi, iki, evli bir kadının, başka bir erkeğin çocuğunu doğu­rup kocasını aldatması.

“Ey Adem oğulları size avret yerinizi örtmek için libas ve ziynet elbi­sesi indirdik… Ey Adem oğulları, şeytan ana ve babanızı cennetten çıkar­dığı ve avret yerlerini açmak için ayaklarından elbiselerini soyduğu gibi sizi de aldatmasın.” (A’raf; 26-27)

“De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti iyi ve temiz rızkları kim haram etti?” (A’raf; 32)

“Onlar bizim kendilerine farz kılmadığımız ruhbaniyeti ancak Al­lah’ın rızasını isteyerek kendileri icat ettiler.” (Hadid; 27)

“Hurma ve üzüm ağaçlarından içki ve güzel bir rızık edinirsiniz.” (Nahl; 67)

Yani, Allah’ın ihsan ettiği hurma ve üzüm gibi meyveleri siz başka amaçlar için kullanıyorsunuz.

Kur’an-ı Kerim’in sıraladığı bu kötülüklerin kötü olmadığını kimse iddia edemezdi. Ayrıca, ne Kureyşliler ne Araplar ne de başka milletler, cemiyetlerinin bu gibi ahlâksızlıklardan arınmış olduğunu da iddia ede­mezlerdi. Kimse bu kötülüklerin Hz. Peygamber (a.s.)’de veya yakın arka­daşlarında bulunduğunu da öne süremezdi. İnatçı ve akılsız olmayan, aklı başında olan herkes bu illetlerden kurtulmanın İnsanlar için hayırlı ve uğurlu olacağına inanmalıydı.

26.5. ANLAMLI VE HİKMETLİ AHLÂKİ HÜKÜMLER

Kur’an-ı Kerim, fert ve milletlerin çökmesine ve daha sonra felakete sürüklenmesine sebep olan kötülüklerden bahsettikten sonra çok anlamlı, özlü ve kapsamlı ahlâk kurallarını öğretmiştir. Aklı başında olan bir kim­se bu kaide ve kuralların hikmetini ve faydasını inkâr edemezdi. Bu kaide ve kurallar kuru kuruya halka anlatılmış ve telkin edilmiş değildi, aksine bunların pratik örnekleri Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve fedakâr ve cefakâr saha­belerinin hayatlarıyla verilmişti, bu bakımdan daha cazibeli ve manalıydı­lar. Biz bu altın kuralları aşağıda aktarıyoruz:

“Şüphesiz Allah size adaleti, iyiliği akrabaya yardım ile emreder. Fahşâdan münkerden ve isyandan nehyeder.” (Nahl; 90)

“De ki: ‘Gelin Rabbinizden size haram eylediği şeyleri ben size oku­yayım: O’na hiçbir şeyle şirk koşmayın. Baba ve ananıza ihsan (iyilik) edin. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz sizi de onları da rızıklandırırız. Kötülüklerin açık ve gizlisine yaklaşmayın. Allah’ın haram eylediği cana kıymayın. Meğer ki hak ile ola.îşte (Allah) size aklınızı ba­şınıza alasınız diye bunları emretti. Yetim, rüşt çağına erişinceye kadar malına ancak iyilik etmek için almaksızın yaklaşmayın. Ölçüyü, tartıyı adaletle ölçüp tartın. Biz bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz vakitte akrabanız için olsa bile adaleti gözeti­niz. Allah’ın ahdini yerine getiriniz. İşte Allah size iyice düşünesiniz diye emretti.” (Enam; 151-152)

“Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Baba ve ananıza iyilik edin diye hükmetti. Onlardan biri veya ikisi senin yanına ihtiyar­lığa erişirlerse onlara öf deme. Onlara ağır söz söyleme. Onlara tatlı ve kerimâne sözler söyle. Onlara merhametle tevazu kanadını indir. Ve ‘ya Rabbi küçük iken beni besleyip büyüttükleri (terbiye) gibi sen de on­lara rahmet ve merhamet buyur’ de. Rabbiniz içinizde olanı herkesten daha iyi bilir. Eğer siz de salihlerden olursanız mağfiret olunursunuz. Allah tevbe edenleri yarlığayıcıdır. Akrabaya fakirlere ve yolculara hakkını ver. israf etme. Çünkü israf edenler şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Rabbinden umduğun rahmeti ara­yıp bekleyerek onlardan yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan o halde onlara yumuşak sözler söyle. Elini boynuna bağlı olarak asma. Bütün bütün de açıp saçma. O zaman kınanmış ve perişan olarak kalırsın. Gerçekten senin Rabbin dilediğine rızkı genişletir ve dilediğine de daraltır. Şüphe yok ki O kullarını bilir ve görür. Fakirlik korkusu ile evlatlarını­zı öldürmeyiniz. Sizi ve onları biz rızıklandırırız. Onları öldürmek bü­yük bir günahtır. Ve zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır. Ve fena bir yoldur. Haklı bir sebep olmaksızın Allah’ın haram kıldığı cana kıy­mayın, kim haksızlığa uğrayarak öldürülürse biz onun velisine Selahiyet vermişizdir. O da bu hak ile yardımına mazhar kılınmış olduğundan do­layı katl de israf etmesin. Erginlik çağına erinceye kadar güzel bir mak­sat ile olmaksızın yetimin malına yaklaşmayın.Ahdinizi de yerine getirin. Ahdeden verdiği sözden mes’uldür. ölçtüğünüz zaman tam ölçün. Ve doğru terazi ile tartın. Bu hayırdır ve sonu da güzeldir. Bilmediğin şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb bunların hepsi bundan mes’ul­dür. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen asla yeri yaramaz­sın ve boyca da dağların yüksekliğine eremezsin. Bütün bu fena şeyler Rabbinin yanında mekruhtur. Bunlar Rabbinin saha vahyettiği hikmet­lerdendir.” (İsrâ; 23-39)

“Allah’a ibadet edin ve O’na bir şeyi ortak tutmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yakın ve uzak komşulara, arkadaş ve dost­lara, misafirlere, köle ve cariyelere iyilik edin. Allah, kendini beğenenleri ve böbürlenenleri sevmez.” (Nisâ; 36)

“Yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (hasenat ve itaat) değildir. Birr sahipleri Allah’a, âhirete, meleklere, kitaplara ve peygam­berlere iman eden, akrabaya, yetimlere, fakirlere, yolculara, dilenenlere, esirlere severek veren, (infak eyleyen) ahitlerine cefa zarûret ve fenalıklarına harp ile kıtalin zorluk ve zahmetlerine sabredenlerdir. Onlar iman­larında sadık olup Allah’tan ittika edenlerdir.” (Bakara; 177)

“Muhakkak mü’minler felâh bulmuştur. Onlar namazlarında huşua riayet ederler. Onlar boş sözden ve faydasız işten yüz çevirirler. Zekâtla­rını verirler. Irzlarını korurlar. Ancak kendi zevcelerine yahut malik ol­dukları cariyelere karşı münasebetleri müstesnadır. Onlar bunda kınan­mazlar. Bundan başkasını arayanlar hadlerini aşanlardır. Onlar emanet­lerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını gereği üzere de­vamlı kılarlar.” (Mü’minun; 1-9)

“Allah’ın makbul kullan yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler. Kendilerine cahiller lâf attıklarında ‘Allah size selâmet versin’ derler. Onlar ki gecelerini Rabbleri için secdede ve kıyamda geçirirler. Ve ‘ey Rabbimiz, Bizden cehennem azabını çevir. Cehennem’in azabı daimi bir helâktir?’ derler. Cehennem ne fena bir karargâh ve ikametgâhtır. Onlar ki harcadıkları zaman israf etmezler cimrilik de etmezler. Bunun ikisi arasında ortalama olur. Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha tap­mazlar. Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler. Zinada bu­lunmazlar. Bunları yapan günahkâr olur. Kıyamet günü onun azabı katmerleşir. Ve o azapta hor ve zelil olarak devamlı kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip iyi amel işleyen kimselerin günahını Allah iyiliğe çevirir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Tevbe edip sâlih amel işleyenler muhakkak ki makbul bir şekilde Allah’a döner. Onlar ki yalan şahitlikte bulunmaz­lar. Boş ve batıl şeylerin yanından geçtiklerinde onlara bulaşmadan şe­refli olarak geçerler. Onlar ki Rablerinin ayetleri okunduğunda sağır ve kör olarak yüzüstü düşmezler. Onlar ki, ‘ey Rabbimiz, bize zevcelerimiz­den ve zürriyetlerimizden gözlerimizin süruru olacak iyi kimseler ihsan et. Ve bizi takva sahiplerine İmam kıl’ derler.” (Furkan; 63-74)

“Size verilen her şey dünya hayatının geçici malıdır. İman edip ve Rabblerine tevekkül edenler için Allah indinde olan daha hayırlı ve da­ha devamlıdır. Onlar şunlardır ki, büyük günahlardan ve açık rezaletler­den kaçınırlar. Öfkelendikleri zaman da onlar kusur bağışlarlar. O kim­selerdir ki, Rabblerinin dâvetine icabet eder, namazlarını kılar, işlerini aralarında müşavere ederler. Ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şey­lerden infak ederler. O kimselerdir ki, kendilerine zulüm edilse, onlar yardımlaşarak intikam alırlar. Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Fakat affedip ıslâh edenin mükafatı Allah’a aittir. Allah, zâlimleri asla sevmez. Zulüm gördükten sonra intikam alana (ceza için mes’uliyete) bir yol yoktur. Ancak ceza yolu, insanlara zulmedenlere ve haksız yere yer­yüzünde azgınlık yapanlaradır. Onlara acıklı bir azap vardır. Bununla beraber, sabredip affedene mükâfat olunur. Çünkü bu, en büyük işler­dendir.” (Şûra; 36-43)

“Gerçekten insan haris ve cimri yaratılmıştır. Ona bir fenalık doku­nunca feryad edip sızlanır. Bir hayır dokununca da cimridir. Namaz kı­lanlar müstesnadır. Ki onlar namazlarına devamlıdırlar. Ve şunlar ki, mallarına devamlıdırlar. Sâil ve fakirler için. Ve şunlar ki kıyâmet günü­nü tasdik ederler. Ve şunlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Çün­kü Rabblerinin azabından emin olmazlar. Şunlar ki, avret yerlerini ko­rurlar. Ancak zevcelerine ve cariyelerine müstesna. Çünkü onlarla müna­sebette levm olunmazlar. Bundan ötesini isteyenler hadlerini tecavüz edenlerdir. Şunlar ki emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Ve onlar ki şahitliklerini (dosdoğru) yaparlar. Ve şunlar ki, namazlarını muhafa­za ederler.” (Meâric; 19-34)

“Aldıklarını yerine getirir, şerri ve zahmeti şiddetli ve devamlı olan günden korkarlar. Ve seve seve fakir, yetim ve esiri doyururlar. Onlara, ‘biz sizi Allah rızası için yediriyoruz. Sizden ne mükâfat ne de bir teşek­kür istemiyoruz. Biz Rabbimizden korkarız. Çirkin yüzlü ve çatık kaşlı bir günün azabından derler.” (İnsan; 7-10)

“Rabbiniz tarafından mağfirete ve eni gökler ve yer kadar olup takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cennete koşunuz. O takvâ sahipleri ki, bollukla ve darlık zamanlarında infak ederler, öfkelerini yutarlar ve in­sanların kusurlarını affederler. Allah, iyilik edenleri sever. O müttakiler bir günâh işlediklerinde veyahut nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı ha­tırlayarak günâhlarının bağışlanmasını islerler. Allah’tan başka günâh­ları affeden kimdir? Bunun fena olduğunu bildikleri halde günâhta ısrar etmezler.” (Al-i İmrân; 133-135)

26.5.1. Güzel Ahlâk ve Faziletle İlgili Emirler

Yukarıda dile getirilen güzel ahlâk ile ilgili genci ve özlü hükümlerin yanı sıra güzel ahlâk ve faziletin ayrıntılarına da tek tek temas edilmiştir. Genel ahlâkî kurallar zâten birazcık ahlâkî hislere ve hayır ile ser arasında ayırım yapma kabiliyetine sahip, ıslâh edilmesine uygun bir kişiyi etkile­yecek nitelikteydiler. Fakat, Kur’ân-ı Kerim bunlarla yetinmedi ve ahlâk kurallarının her birini açıkça ortaya koymayı uygun gördü. Kur’an-ı Ke­rim, insanların hangi faziletlerle donanması gerektiğine işaret etti ve Rasûlullah (a.s.) ile sahabeleri, bunların sadece kâğıt üzerinde kalmaya layık değil, pratik hayatla yaşanacak nitelikte olduğunu gösterdiler. Bunların hepsini buraya nakletmeye imkânımız yoktur. Biz sadece bazı örneklerini vermeye çalışacağız.

“Birbirinizle hayır ve takvâ üzerine yardımlaşın. Günâh ve zulüm üzerine yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Allah’ın cezası çok şiddetli­dir.” (Maide; 2)

“(Yine Musâ) Rabbim, bana olan in’amın hakkı için artık mücrimlere yardımcı olmayacağım’ dedi.” (Kasas; 17)

“Fenalığı en güzel (haslet)le defet. Onların neler vasfetmekte olduk­larını çok iyi biliyoruz. De ki: ‘Rabbim, şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Rabbim onların huzurumda bulunmalarından sana sığınırım.” (Mü’minûn; 96-98)

“İşte onlara sabırları, günâhları hasene ile izale eylemeleri ve kendi­lerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak etmelerinden dolayı mükâfatları iki kat verilecektir. Onlar çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve ‘bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz, cahillerle mücadele istemeyiz’ derler.” (Kasas; 54-55)

“İşte biz âhiret yurdunu yeryüzünde zulüm ve fesâdı istemeyenlere veririz. İyi akıbet muttakilerindir.” (Kasas; 83)

“Onlar şunlardır ki eğer kendilerini yeryüzünde iskân edersek na­mazlarını kılar, zekâtlarını verir, iyiliği emredip kötülükten nehyederler.’ (Hacc; 41)

“(O kandil) o evlerde yakılır. Allah onların ta’zim edilmesine ve içle­rinde isminin anılmasına izin vermiştir. Onlar oralarda sabah ve akşam Allah’ı tesbih ederler. Bir takım adamlar vardır ki onları ticaret ve alış­veriş Allah’ı zikretmekten namazlarını kılmaktan ve zekâtlarını vermekten alıkoyamaz. Onlar kalblerin ve gözlerin dehşetle döneceği günden kor­karlar.” (Nûr; 36-37)

“Ey mü’minler, mallarınız ve evlâtlarınız sizi Allah’ın zikrinden alı­koymasın. Bunu yapanlar hüsrana uğrayanlardır.” (Münafıkun; 9)

“Ey iman edenler, kendi nefsiniz veya babanız, ananız akrabanız aleyhinde ve eğer zengin veya fakir hakkında olsa bile Allah için şahitliği adaletle ayakta tutun. Çünkü Allah onlara sizden daha yakındır. Hevanı­za tabi olup adaletten sapmayın. Eğer dilinizi değiştirir veya şahitlikten yüz çevirirseniz günaha girersiniz. Çünkü Allah işlediğiniz şeyden haber­dardır. ” (Nisâ; 135)

“Ey mü’minler, Allah için şahitlikte kaim olun. Bir kavme olan kini­niz sizi adalet etmemeye sevk etmesin. Adalet edin ki o takvaya daha ya­kındır. Allah’tan korkun. Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.” (Maide; 8)

“Sizinle harb edenlerle Allah yolunda siz de savaşınız. Ve aşırı gitme­yiniz. Allah aşırı gidip tecâvüz edenleri sevmez.” (Bakara; 190)

“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve doğru sözler söyleyin.” (Ahzab; 70)

“Size tecavüz edene onun tecavüzünün misli ile mukabele edin. Al­lah’tan sakının. Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.” (Bakara; 194)

“Sizden evvel kitap verilenlerden ve müşriklerden bir çok ağır sözler işiteceksiniz. Eğer bunlara sabreder ve Allah’tan sakınırsanız muhakkak bu en büyük şeylerdendir.” (Al-i İmrân; 186)

“Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulüm gören­ler mazurdur.” (Nisâ; 148)

“Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirip verdikleri sözü bozmazlar. Onlar ki Allah’ın emrettiği sıla-i rahme riayet ederler. Rabblerinden kor­karlar ve kötü hesaptan endişe ederler. Onlar ki Rabblerinin rızasını ka­zanmak için sabrederler namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık ola­rak verdiğimiz şeylerden gizli ve âşikâr harcarlar. Kötülüğü de iyilikle savarlar.” (Ra’d; 20-22)

“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve İnsanlar arasında hükmet­tiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ; 58)

“Bazınız bazınıza emniyet ederse emniyet olunan emaneti yerine ver­sin. Ve Rabbi olan Allah’tan korksun.” (Bakara; 283)

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birr ve hayra (iyiliğe) nail olamazsınız, infak ettiğiniz her şeyi Allah bilir.” (Al-i İmrân; 92)

“Ey mü’minler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden bitirdiğimiz şeylerin iyilerinden infak ediniz (harcayınız), kendinizin göz yummadan almayacağınız bayağı şeyleri infak için seçmeyiniz. Biliniz ki Allah Gani­dir, Hamid’dir.” (Bakara; 267)

“Sadakaları aşikâre verirseniz iyidir. Gizleyip fakirlere verirseniz sizin için daha hayırlıdır. Allah günahlarınızın bir kısmını (bu sebepten) bağışlar. Allah işlediğiniz şeyden haberdârdır. (Bakara; 271)

“Takvâ sahibi ondan uzaklaştırılacaktır. Günahlardan temizlenmek için malını veren. Onda hiç kimsenin mükâfat edilecek bir nimeti yoktur. Ancak Yüce Rabbinin rızasını isteyerek verir.” (Leyl; 17-20)

“Herhangi birinize ölüm gelip te: ‘Ya Rabbi beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verip salihlerden olsaydım’ diyeceğiniz vakit gelmezden evvel size rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak edin.” (Münâfikûn; 10)

“Bir hayrı açıklasanız veya gizleseniz veya bir fenalığı affetseniz se­vaplı olursunuz. Allah kadir olmakla beraber affedici oldu.” (Nisâ; 149)

“Aranızdaki üstünlüğü unutmayın.” (Bakara; 237)

“Borçlunun eli dar ise geniş bir zamana kadar mühlet verilir. Bağış­larsanız bu sizin için daha hayırlıdır. Bundaki fazileti bilseniz.” (Bakara; 280)

“Yetimlere mallarını teslim ediniz, iyiyi fena ile değişmeyin, kendi malınıza karıştırarak yetimlerin mallarını yemeyin. Bu büyük günâhtır.” (Nisâ; 2)

“Nikâh çağına ulaşıncaya kadar yetimleri tecrübe ediniz. Onlarda olgunluk ve kabiliyet görürseniz mallarını kendilerine teslim ediniz. Yeti­min malını büyüdüğünde alır korkusu ile israf ederek yemeyiniz. Zengin kişi yetimin malını yemekten çekinsin. Fakir olan ise âdet ve örfe göre ye­sin. Yetimlere mallarını teslim ettiğiniz zaman buna şâhid bulundurun. Hesap sormak için Allah kâfidir.” (Nisâ; 6)

“Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: ‘Onlar hakkında Al­lah: Miraslarını vermediğiniz ve nikâhlarına rağbet eylemediğiniz yetim kızlarla zayıf çocuklara dair size kitapta tilâvet olunan şey, yetimlere adaletle muamele ediniz’ diye fetva verir. Hayırdan işlediğiniz her şeyi Allah bilir.” (Nisâ; 127)

“Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah onları fazlından zenginleşti­rinceye kadar iffetlerini korusunlar.” (Nûr; 33)

“Mü’min erkeklere söyle ki, gözlerini haramdan sakınsınlar ve ırzla­rını muhafaza etsinler. Bu, onlar için temiz bir harekettir… Mü’min ka­dınlara da söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar. Namuslarını korusun­lar. Ziynetlerinden görünen kısmı hariç diğerlerini göstermesinler. Örtü­lerini başlarına çeksinler. Ve ziynetlerini kocalarından yahut babaların­dan veya kocalarının babalarından yahut oğullarından veya kocalarının oğullarından yahut kardeşlerinden veya erkek kardeşleri ile kız kardeşlerinin oğullarından yahut müslüman kadınlardan veyahut cariyelerinden veya kadınlara meyli olmayan erkeklerden veya kadınların gizli yerlerine muttali olmayan küçük çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizli olan ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz bir­den Allah’a tevbe edin ki felâh bulasınız.” (Nûr; 30-31)

“Eğer Allah’tan korkuyorsanız söz söylediğinizde (yabancı erkeklere karşı) yumuşaklık göstermeyin. Kalblerinde bir hastalık bulunanlar siz­den tamâa düşerler. Sözü ciddi ve güzel söyleyin. Hem evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyyet (devri kadınlarının) yaptığı gibi süslenip gezmeyin.” (Ahzâb; 32-33)

“Ey mü’minler, Allah’ın sizin için helâl kıldığı şeyleri haram etmeyin. Haddi aşmayın. Allah haddi aşanları sevmez. Allah’ın size helâl ve temiz olarak rızık eylediği şeylerden yeyiniz. Kendisine iman ettiğiniz Allah’tan korkun.” (Maide; 87-88)

“Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz.” (Enbiyâ; 35)

“Erkek ve kadın mü’minler birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilikle emr, kötülükten nehyederler. Namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Al­lah’a ve Rasûlüne itaat ederler.” (Tevbe; 71)

“İzzet isteyen (Allah’a itaat etsin). Çünkü izzetin tamamı Allah’ındır. Hoş kelimeler ancak O’na yükselir. Ve onu sâlih amel yükseltir.” (Fâtır; 10)

Ahlâk ve faziletin bu altın kurallarının yanı sıra Kur’an-ı Kerim’de İs­lâm’ın güttüğü hedefin, sadece sâlih fertler yaratmak değil, aynı zamanda bu fertlerden oluşan sâlih bir toplum meydana getirmek olduğu kaydedil­miştir. Zira bu olmadıkça insan soyunun felâketten kurtulması ve huzur ve sükûna kavuşması mümkün değildir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’in çeşit­li yerlerinde çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Ama biz burada sadece iki misal vermekle yetineceğiz:

“Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve dudak yaratmadık mı? Ona iki yol gösterdik. Fakat “akabeyi” (çetin işi) geçmeye çalışmadı. O “aka­benin” ne olduğunu sana kim bildirdi? (O) bir esir azad etmektir. Veya şiddetli bir açlık gününde yemek yedirmektir. Akrabalığı olan bir yetime yahut sefalet içinde kalmış bir fakire. Sonra iman edenlerden sabrı bir­birlerine tavsiye eden ve merhameti tavsiye eden kimselerden olmaktır.” (Beled; 8-17)

Burada görüldüğü gibi, fertlerin birçok haslet, iyilik ve meziyetlerine örnek olarak sadece bir köleyi serbest bırakmak ve fakir fukara ile yetim­lere yemek yedirmek gösterilmiştir. Fakat aynı zamanda bu iyilikleri ya­pan kişilerin tek tük ve ayrı olarak değil, ortaklaşa ve cemiyet halinde bu­lunmaları üzerinde durulmuştur. Bu iyilik dolu ve meziyetli kişilerin iman sahiplerine yardım eden ve aralarında sabır ve merhamet ile işler yapan sâlih bir toplum meydana getirmeleri de istenmiştir. Böylece, ortaya çıkan toplum bütünüyle sabredici ve merhamet edici olacaktır. Bu toplum temiz ve nezih karakteri, fedakârlığı ve yardımlaşma duygularıyla herkesin dikkatini çekecektir. Bu toplum bütünüyle kötülüklerden kaçınacak ve her zaman iyi ve hayırlı işler yapacaktır. Hak yolunda karşılaşabileceği zorluk ve engellerle azim ve cesaretle başa çıkacaktır. Doğru söz söyleyecek, doğru hareket edecektir. Dürüstlükte herkes için güzel bir örnek olacaktır. Allah’ın kullarına karşı acımasız ve gaddar olmayacak, aksine merhametli ve şefkatli olacaktır. Barışçı, insancıl ve sevgi dolu olacaktır. Böyle bir toplum gayet tabii ki Allah’a ve Rasûlüne itaat, âhirete iman ve Kur’an-ı Kerim ile Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği emir ve mesajlara bağlı ola­caktır. Başka bir deyimle, sâlih bir toplum mutlaka mü’min bir toplum olacaktır. Bu toplum öylesine sağlam temellere dayalı olacaktır ki, hiçbir muhalefet ve hiçbir zorluk onu doğru yoldan ayıramayacak ve hiçbir güç onu zayıflatıp parçalayamayacaktır.

“And olsun Asr’a. Muhakkak ki insan hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyen ve birbirlerine hak ve sabır tavsiyede bulunanlar böyle değil.” (Asr; 1-3)

Burada bahsedilen “asr” geçmiş zaman veya tarihtir; hatta her an geç­mekte olan zamandır. Bu geçmekte olan zamana yemin edilmesinin ama­cı, sûrenin daha sonraki bölümünde geçen hakikate dikkat çekmektir. Za­mana and içilerek deniliyor ki, bir insan, bir çok insan, insanların toplumu veya bütün insanlık, doğru yolda yürümezse hüsrana uğrayacaktır. Yani, sâlih ve mü’min olmayan bir toplum hiçbir başarı, felâh ve mutluluk bula­mayacaktır. Bu ayetin ihtiva ettiği geniş manayı biraz daha açalım:

26.5.2. İnsanların Felâh Bulmasının Dört Ana Şartı

Yukarıdaki kısa sûrede yemin edilerek ve katiyetle denilmiştir ki, fertlerde, cemiyetlerde ve bütün insanlarda aşağıdaki şu dört vasıf bulun­mazsa kendileri mutlaka hüsrana uğrayacaklardır. Buna tarih şahittir ve her an geçmekte olan zaman da şahittir.

İman: Yani, Allah’ın tek olduğuna, ortağı olmadığına, bütün kâinatın yaratıcısı, rızık vericisi, cin, melek, insan, hayvanlar ve bütün mahlûkların ihtiyaçlarını karşılayıcı, herkesin mabudu ve Hâkimi olduğuna inanmak, O’na itaat etmek, O’na tapmak vs. Allah’ın Rasûlünün getirdiği hüküm ve emirlerin doğru olduğuna inanmak, bunlara sadık kalmak, bu dünyadaki hayatın geçici olduğuna, bundan sonra daha iyi ve daimi bir hayatın ola­cağına inanmak, Ahiret’te dünyadaki amellerin hesabını vereceğimize ve bu amellere göre Cennet’e veya Cehennem’e gönderileceğimize inanmak vs. Kısacası, felâh bulmanın ve hüsrana uğramamanın ilk ve en büyük şartı budur. Zira, güzel ahlâk, fazilet, karakter ve haslet, meziyet için imandan daha iyi bir temel olamaz. İman olmadan insan hayatı ne kadar iyi ve güzel olursa olsun, demir atmamış bir gemi gibidir, her türlü hırs, ihtiras, arzu, istek, heves ve hayal dalgalarıyla bir bu yana, bir o yana, sü­rüklenir ve hiçbir zaman yerinde duramaz.

Sâlih Amel: İman ile iyi amel, et ile tırnak gibidirler. Ya da, başka bir deyimle, tohum ve ağaç gibidirler. İyi ve sâlih amelin ağacı, iman to­humu olmaksızın yetişemez. Belki de bazı İnsanlar iman sahibi olmaksı­zın da bazı belirgin haslet, meziyet ve vasıflara sahip olabilirler, ama bun­lar kökü sağlam olmayan ağaçlar gibidirler. Temeli sağlam olmadığı için bu bina çökmeye mahkumdur. Ayrıca, hangi insanın kalbine iman tohumu ekilirse o insanın hayatında iyi ve sâlih amel ağacının yeşermesi doğaldır. Fakat faraza, bir kişinin kalbine iman tohumu ekilmiş, ama iyi amel ağacı yeşermemişse, demek ki, o kişinin kalbi bu tohumun mezarı olmuştur. İman tohumu gömülmüş, kaybolmuş veya çürümüş olduğu için kalb de mutlaka çürümüş ve kokuşmuştur ve bundan hayır gelmez. Bu kalbin sa­hibinin sonu da hüsrandır. Zira iman kendi başına bir insanın kurtuluşu­nun teminatı değildir. İman, ancak sâlih amel ile cilâlanabilir, kuvvetlene­bilir.

Yukarıda bahsettiğimiz iki vasıf bir arada veya tek tek ve ayrı ayrı bazı kişilerde bulunabilir. Bu iki vasfı bir arada taşıyan fertler fert olarak rahata, huzura ve selâmete erebilirler. Ama bu vasıfları taşıyan fertler bir araya gelip bir toplum meydana getirmedikçe toplumsal kurtuluştan söz edilemez. Böyle bir toplumun tam manasıyla felâh bulması ve yararlı ol­ması için şu iki vasfa da gerek vardır:

Herkese Hak ile Nasihatte Bulunmak: Hak, bilindiği gibi Batıl’ın zıddıdır ve genellikle iki anlamda kullanılıyor: Birincisi, ister akide ve dü­şünce, ister dünyevi meselelerle ilgili olsun, adalete, insafa ve hakikate uygun bir şey söylemek veya hareket etmek, ikincisi, Allah’a kullara veya kendi nefsine verilmesi gereken hak’tır. O halde, hak ile nasihat etmenin anlamı şudur: Sâlih toplumda herkes hak ve hukukun anlamını ve değerini bilmeli ve buna göre hareket etmelidir. Sâlih toplumda haklar çiğnenme­meli, hakikatler unutulmamalı, batıl başını kaldırmamalı, kimse haksızlığa karşı sessiz, seyirci kalmamalıdır. Bu toplumda herkesin vicdanı rahat ve faal olmalıdır. Her fert kendi sorumluluğunu bilsin ve anlasın. Nerede haklar çiğneniyor ve batıl başını kaldırıyorsa, orada bu toplum kendisine düşen vazifeyi yapmalı ve hak için mücadele etmeye hazır olmalıdır. Fert­ler, sadece kendileri Hakk’a tapmakla, Hak yolunda olmak, Hak söz söy­lemek ve Hakça hareket etmekle yetinmemelidir; aksine başkalarının da Hak ve hukukunun bütün icaplarını yerine getirmeleri için canla başla ça­lışmalıdırlar. İşte bu bilinç ve bu davranış bir toplumun ahlâkî çöküntüden ve felâketten kurtulmasının teminatıdır. Böyle bir bilinç ve ruhtan yoksun olan bir toplumu mahv ve yok olmaktan kimse kurtaramaz. Hatta, toplum­daki bozukluk, fertleri de menfi bir şekilde etkileyerek ahlâken ve mânen ve daha sonra madden mahv ve helâk olmalarına sebep olabilir.

Herkese Sabrı Telkin Etmek: Sabrın sözlük anlamı durdurmak, bağlamak, durmak veya vazgeçmektir. Arapçada bu kelime umumiyetle tahammül, dayanmak, sebât, azim, irade gücü, cesaret ve cür’et ile kendi kendini kontrol etmek manasına gelmektedir. Bu tahammül ve direniş herhangi bir kişi veya kuvvete karşı olabilir. Kur’an-ı Kerim’de ise “sabır” kelimesi öylesine inanılmaz genişlikte kullanılmıştır ki, sanki bir mü’min bütün hayatı sabrın simgesi olup çıkıyor.

26.5.3. Kur’an-ı Kerim’de Sabır Kavramı

Kur’an-ı Kerim’de 100’den fazla yerde “sabır” kelimesi kullanılmıştır. Bütün bu yerlerde “sabr”ın kullanılışına dikkat edilirse, bunun şu değişik anlamlar taşıdığı görülecektir:

İnsan’ın kendi hislerini, arzu, hırs, heves, istek ve eğilimlerini Al­lah’ın koyduğu sınırların içinde tutmak.

Allah’a itaatsizlik yolunda her ne kadar yarar ve zevk alma imkânı olursa olsun hırsa kapılmamak. Buna karşılık Allah’a itaat yolunda her ne kadar zorluk, eziyet ve mahrumiyet görülürse görülsün, azimle ve sebatla ilerlemek.

Ömür boyunca nefsi frenlemek, günaha tahrik ve teşvik ne kadar kuvvetli olursa olsun nefsin her arzusuna karşı koymak, her türlü baskı ve tehditlere rağmen Hakk’a tapmak ve Hak yolunda bulunmakta ısrar etmek. Bu dünyada doğru söz söylemek, dürüst olmak ve doğru hareket etmek konusunda karşılaşılan her nevi zarar, eziyet ve çileyi seve seve kabul et­mek. Kötülükten ve kötü hareket etmekten elde edilebilecek her türlü ya­rar ve zevkten mahrum kalmayı göze almak.

Haram yiyenlerin rahat, bolluk ve lükslerine imrenmek şöyle dursun, onlara şöyle bir bakmamayı bile adet edinmek. Bu, göz kamaştırıcı pislikten, sade ve gösterişsiz temizliğin Allah nezdinde daha makbul olduğunu düşünmek.

İman sahibi olmanın bütün tehlikelerim ve zararlarını göze almak. Hak düşmanlarının bütün zulüm ve eziyetlerine dayanmak. Muhalefet tu­fanına karşı siper olmak ve en müşkül anda bile Hakkı desteklemek ve korumakta ısrar etmek, buna mukabil Batıl’a boyun eğmeyi ve Batıl ile uzlaşmayı aklın köşesinden bile geçirmemek.

Muhaliflerin küstahlık ve çirkin hareketleri ile alaylarına sert tepki göstermemek, öfkelenmemek aksine soğukkanlılığı muhafaza ederek teb­liğ ve ıslâh faaliyetini sürdürmek. Islâh ve tebliğ faaliyetlerinin yakın bir gelecekte müsbet bir netice vermesine imkân olmamasına rağmen yola devam etmek.

Kışkırtma ve tahrikler üzerine hiddet ve öfke ile hareket etmemek, tebliğ ve telkin işlerini veya bizzat davetin gayesini menfi şekilde etkile­yecek davranışlarda bulunmamak.

Ahlâk ve faziletin bütün kurallarını çiğneyip kuvvet ve iktidar sor-huşluğuyla iman sahiplerine muhalefet eden şerirlere karşı metanetle mü­cadeleyi sürdürmek ve hiçbir surette doğru yoldan sapıp hoş olmayan ha­reketlerde bulunmamak.

Batıl’a karşı Hakk’ın zaafı, dini tesis etmeye çalışanların devamlı ola­rak başarısız kalmaları ve buna karşılık Batıl kuvvetlerinin gelişip büyü­meleri üzerine ümitsizliğe ve hayal kırıklığına kapılmamak. Panik, ümit­sizlik ve çaresizlik içinde iken dini tesis etme çabalarının faydasız veya abes olduğunu düşünmemek. En kötü şartlarda bile dini yüceltme çabala­rından zerre kadar geri çekilmemek veya muhaliflere taviz vermemek.

Sabırlı bir mü’min bütün bu fedakârlıkları, sabrının meyvesini bu dünyada toplamak için yapmaz. Aksine, ölümünden sonra öbür dünyada yaşayacağı ebedi hayatta bunun meyvesini göreceği şuuru içinde olur.

Ayrıca sabır ve sâlih bir müslüman dünyada kazandığı başarı ve mut­luluktan dolayı böbürlenip zâlim ve gaddar olmaz, kendini beğenmez ve gururlanmaz. Aynı şekilde zorluk ve eziyetlerle karşılaşınca bunalmaz, feryat etmez ve kendisine gelen felâketleri veya karşısına çıkan engelleri atlatmak için âdi, çirkin ve alçak davranışlarda bulunmaz.

Sâbir ve şâkir bir mü’min her durumda ve her şart altında metin ve sakin olur. Dengesiz ve ölçüsüz hareket etmez. Rüzgâra göre yön değiştir­mez, aksine her zaman sağduyulu ve doğru hareket eder. Şartlar müsait ise kendisi servet, iktidar ve şöhretin basamaklarına hızla yükseliyorsa bü­yüklük kompleksine kapılmaz, gururlanmaz. Buna karşılık zorluk ve eziyetle karşılaştığı zaman insanlık cevherini kaybetmez. Allah tarafından yapılan imtihan ister nimet, ister zahmet şeklinde olsun, metanetini ve ol­gunluğunu yitirmez.

Kısacası, Asr sûresinin özeti şudur: İnsanlar ister fertler ister toplum­lar şeklinde olsunlar, ancak sâlih, sâbir, temkinli ve kanaatkâr olarak ve birbirine yardımcı olmak suretiyle zarar ve ziyandan kurtulabilirler. An­cak birbirinin hakkına riâyet ederek hak yolunda bulunarak ve birbirine sabrı telkin ederek felâh ve refahı bulabilirler.

İşte bu ahlâk ve fazilet dersi öyle büyük ve müthiş bir silahtı ki, ne Kureyşli müşrikler ne de Arap kâfirler buna cevap verebilecek durumday­dılar. Rasûlullah (a.s.) ve İslam aleyhinde ne gibi iftira ve ithamda bulu­nurlarsa bulunsunlar, makul ve aklı başında olan bir kişi bu yüce, temiz ve nezih ahlâk dersinin herhangi bir çıkarcı ve bencil kişi veya mecnûn, sâhir veya kâhin’in harcı olmayacağını kolay anlayabilirdi.

26.6. EVRENSEL İSLAM ÜMMETİNİN KURULUŞU

İslâmî Davet’in bir başka önemli noktası bütün insanların özünün bir olması ve insan olarak eşit olmasıyla ilgili telkiniydi. İslâmiyet’e göre Al­lah’ın yarattığı tabiatın değişikliğiyle milletler, nesiller, ırklar, diller, top­lumlar, kabileler, vatan ve yurtlar ve renkler gibi farklılıkların anlamı ve amacı insanların birbirini tanımaları, anlamaları ve birbirine yardımcı ol­maları ve birbiriyle işbirliği yapmalarını kolaylaştırmaktı; aralarında ayrı­lık ve uçurumların büyümesi, nefret ve kinin anması, bir grup insanın başka bir grubu hor ve küçük görmesi ve kendisini üstün ve büyük görme­si, bir zümrenin başka bir zümreyi ezmesi veya yok etmesi değil. İşte bu temel insan eşitliği çerçevesinde insanların caiz ve makul bir şekilde bir­leşme unsuru, doğru ve sâlih bir akide ve fikir olmalıdır. Bu fikir ve inanç, insanların bir ümmet olmasını sağlayabilir ve bu ümmette ayrım ve imtiyaz sebebi ancak ve ancak takva, yani Allah’tan korkmak, başka bir deyimle, Allah’a itaatsizlik etmekten kaçınmak ve Ahiret’teki hesaplaşma ve cezayı göz önünde bulundurarak yanlış yola sapmamak olabilir.

Bu nazariye ve umdeyi ileri süren İslâmiyet İnsanlar arasında ancak tek bir ayırım ve farklılığın kalmasına izin verdi ve o farklılık da iman ile küfr arasıdaki farktı. İslâm felsefesine göre bir insan hangi ülkeye, mille­te, ırka ve renge bağlı olursa olsun veya hangi dili konuşuyorsa konuşsun, Hz. Muhammed (a.s.)’in tebliğ ettiği gibi Tevhid’i yani Allah’ın tek oluşu­nu kabul eder, Muhammed Mustafa (a.s.)’yı bütün insan soyu için Allah’ın son peygamberi olarak tanır, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın son kitabı olarak teslim eder ve âhirete iman ederse mü’mindir, mü’minlerin kardeşidir, mü’minlerin cemaatinin bir ferdidir, İslâm ümmetinin bir bireyidir ve müslüman toplumunda durumu ve haklan her bakımdan eşittir. Bunun ak­sine yukarıda bahsettiğimiz akideleri kabul etmeyen bir kişi, bir mü’minin babası, annesi, kardeşi, oğlu, kızı, karısı veya kocası ya da aynı kabilenin üyesi, hemşehrisi, ırkdaşı, arkadaşı ve ahbabı da olsa kâfirdir ve mü’minle eşit olamaz. Bir mü’min elbette ki böyle bir kişi ile olağan insani ilişkileri­ni sürdürebilir, ama diğer her bakımdan bu kişinin İslam toplumuyla iliş­kileri değişik ve farklı olacaktır. Bir kâfir, dünyevi konularda mü’minler veya İslâm toplumuyla insani açıdan gerekli olan bütün münasebetlerini sürdürebilir, ama din ve dini inançlar konusunda kendilerinden dostluk ve sevgi beklememelidir. Müslümanlar kâfirlerle bir grup veya toplum oluş­turamazlar. O kadar ki, bir mü’min, kâfir olan babası için bile mağfiret du­ası edemez. Eğer din ihtilâf ve kavga konusu olur ve İslam ile Küfr arasında savaş patlak verirse bir mü’min kâfir olan kardeşlerini veya babasını öldürmekte zerre kadar tereddüt etmemelidir. Eğer vatan ve millet bir mü’minin yolunu kesiyorsa mü’min o vatan ve milleti terk etmelidir. Bir mü’min dinini ve imanını korumak için milletini ve vatanını feda edebilir, ama dinini, milletine ve vatanına asla…

Hak dinini kabul edenlerin adı her zaman “İslâm ümmeti” olmuştur. Her peygamberin ümmeti müslümandı ve aynı isim Hz. Muhammed (a.s.)’e tabi olanlara da verildi. İslâm ümmeti veya topluluğunun kapıları yeryüzünde herkese beyaz ya da siyah, doğulu ya da batılı, kuzeyli veya güneyli olsun açıktı. Başka bir millet veya toplumda varolup da İslâm top­luluğunda olmayan bir meziyet veya fazilet yoktu. Bu ümmet veya toplu­luğun temeli insanların tesadüfi doğuşuna değil, bilinçli iman ve inançları üzerine atılmıştı. Bu iman ve inancı taşıyan herkes ortak ve eşit haklarla bu ümmete katılabilirlerdi.

Ayrıca bu ümmet sadece bir şeye inanarak sessizce oturanların üm­meti değildi. Bu İslâmî daveti yayan ve yaygınlaştıran bir milletti. Bu üm­metin her ferdi adeta faal bir örgütün üyesiydi ve onun en büyük ve en sevdiği işi, kendisine Allah ve O’nun Rasulü vasıtasıyla gelen talimatı başkalarına iletmekti. Böylece bu dünyada mümkün olduğu kadar Allah’ın kullarını kötü yola sapmaktan ve Ahiret’te Allah’ın azabından kurtarmaya çalışmalıydı.

İslâm ümmeti kavramı sadece Kureyşli kabileleri değil bütün Arapla­rı çileden çıkardı. Binlerce yıldan beri bütün toplum düzenleri aşiret fikrine bağlıydı. Daha doğrusu, Arap toplumunun tümü kabileye dayanıyor­du. Kabile ve aşiret hayatı onların tek ve en büyük dayanağıydı. Kan bağı ve kan kardeşliği, aralarında her türlü temas, ilişki işbirliği ve dayanış­manın temeliydi. Araplar namus ve şerefleriyle asaletlerini, ait oldukları kabileye göre belirliyorlardı. Her kabilenin üyeleri atalarının yaptıkların­dan iftihar duyuyorlardı. İslâm ümmeti fikri, bu aşiret kavramına en bü­yük darbeyi indiriyordu. Araplar baktılar ki İslâmi davet, kabileciliğin te­melini kazmakta, her kabile ve gruptan adamları alarak ayrı bir toplum meydana getirmekte, ne milleti ne de vatanı tanımaktaydı. Sadece bir fikir ve ideoloji üzerine uluslararası sevgi, dayanışma ve evrensel bir kardeşli­ğin temelini atmaktaydı. Namus ve şerefin eski kavramlarını yok edip “adi” ve “asil” insanları bir kefeye koymakta ve iman ile küfrü dostluk ve düşmanlığın ölçüsü yaparak, oğlu, babasına, kardeşi kardeşe ve ko­cayı karısına karşı çıkmaya teşvik etmekteydi. Bunun üzerine sabırları taştı. Bu muazzam toplumsal devrimi hazmedecek durumda değillerdi. Bu goncayı açılmadan ezmeye karar verdiler. Fakat akıları başlarında olanlar ile taassup sahibi olmayanlar, kabileler arasındaki kin ve nefret ile kavga­ların giderilip bütün Arapları bir noktada toplamanın ve daha sonra bütün dünyada insanların birleşmelerinin tek yolunun bu olduğuna kanaat ge­tirdiler.

26.6.1. İnsanlar Aynı Hamurdandır Üstünlük Ölçüsü İse “Takvâ”dır

Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı gibi bütün insan soyu aynı kökten gel­mektedir. Bütün insanların ana-babaları aynıdırlar ve bu bakımdan men­şeleri aynıdır.

“Ey İnsanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da yine onun zevce­sini vücuda getiren ve onlardan birçok erkek ve kadınları yeryüzüne ya­yan Rabbinizden ittika ediniz. (Sakınınız).” (Nisâ; 1)

Bundan sonra Kur’an-ı Kerim’in sunduğu ikinci hakikat şuydu: Allah İnsanlar arasındaki millet, kabile, ırk ve renk farklarını, birbirlerini tanı­malarında kolaylık olsun diye yaratmıştır. Bu sebeple İnsanlar arasında üstünlük ölçüsü ve iftihar vesilesi, renk, ırk, dil ve vatan değil; takva, yani Allah’tan korkma gibi ahlâki vasıftır:

“Ey İnsanlar, biz sizi bir erkekle dişiden yarattık. Birbirinizle tanışa­sınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak Allah indinde en iyiniz, takvası en fazla olanınızdır.” (Hucurat; 13)

İşte bu ayette tüm insan soyuna hitap edilerek dünyada her zaman korkunç fitne ve fesadlara mucib olan sapıklık ve kötülüğe, yani ırk, renk, dil ve vatan taassubuna işaret edilmiştir. En eski çağlardan zamanımıza kadar her devirde, İnsanlar, genellikle insanlığın asıl meziyetlerine göz yumarak etraflarında bir takım sun’i duvarlar yaratmış ve daireler çizmiş­lerdir. Bu küçük dairelerin içindekiler kendilerinin dışındakileri yabancı ilân ettiler ve onlarla sataşmayı ve çatışmayı adet edindiler. Bu daireler herhangi bir akılcı, bilimsel veya ahlâki temellere dayanılarak değil, tesa­düfi olarak çizilmişti. Bazen bunların temeli belli bir ailede, sülâlede, ka­bilede veya ırkta doğmak oldu, bazen da bir coğrafi mıntıkada, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millette doğmak oldu. Sonra bu temellere dayanılarak İnsanlar akraba, arkadaş veya düşman ve yabancı ilân edildi­ler. İnsanlar arasındaki ayırım yabancılara oranla kendilerinden olanlar arasında daha yakın ilişki, sevgi ve işbirliğine kadar sınırlı kalmadı, aksi­ne farklılık ve ayrılıklar nefret, kin, düşmanlık ve kavgaya dönüştü ve İnsanlar birbirini öldürmeye, onlara zulüm ve işkence yapmaya ve onları hakir görmeye başladılar. Bu gayelere hizmet etmek üzere çeşit çeşit fel­sefe ve efsaneler yaratıldı, dinler ve mezhepler kuruldu, kanunlar çıkarıl­dı, ahlâk kuralları düzenlendi ve milletler ile saltanatlar bunları kalıcı politikalar haline getirip yüzyıllarca uyguladılar. İşte bu sebepten dolayı Yahudiler, Beni İsrail’i (İsrail oğullarını) Allah’ın seçkin mahlukatı, hatta Al­lah’ın evlatları ilân ettiler ve buna göre kendi dini nizam ve kanunlarında İsrailli olmayanların hak ve haysiyetlerini daha düşük tuttular. Hindularda “Varn Aşram” felsefesinin temeli de bu sapık düşünceydi. Buna göre Brahmanlar en üstün kast (grup, tabaka) ilân edildi ve toplumda en üst mevkilere kondular. Buna karşılık bütün İnsanlar âdi, alçak ve pis ilân edildi ve Hinduizm’in en aşağı tabakasında yer alan “Şudr”lar rezillik ve adiliğin en aşağı noktasına indirildiler. Beyazlar ile siyahlar arasındaki ayırım ve ırkçılığın Afrika’da ve Amerika’da siyahlara beyazlar tarafından ne gibi insanlık dışı mezalimin yapıldığına tarih sayfalan şahittir. Bugün 20. yüzyılda bile bunun en iğrenç ve en çirkin örneklerini görmekteyiz. Avrupalı milletlerin Amerika kıtasını istila ederek yerliler ve özellikle Kı­zılderililere yaptıkları vahşi muamele ve Asya ve Afrika kıtasında zayıf milletler üzerinde kurdukları tasallut, tahakküm ve zulüm mekanizması ve estirdikleri terör havası hepimizin malûmudur. Bütün bu insanlık dışı ve iğrenç hareketlerin altında üstün ırk,üstün medeniyet ve üstün millet fikri­nin yattığı bir gerçektir. Bu sözde medeni ve kültürlü ileri milletler istila ettikleri ve tahakküm altına aldıkları topraklarda yerli halka karşı her nevi haksızlık, soygun, zulüm ve işkence yapmayı, kendilerinin adeta hakkı sa­yıyorlardı. Onlar başka milletleri köle yapmayı öldürmeyi ve soymayı ve hatla yeryüzünden yok etmeyi bir hak olarak kabul ediyorlardı. Batılı mil­letlerin aşırı milliyetçilik kavramının insanları nasıl yırtıcı ve vahşi hay­vanlar yaptığını son dünya savaşlarında gördük ve bugün de bunların çe­şitli misallerini görmekteyiz. Özellikle Nazi Almanya’sının “Ulusal Sosya­lizm” fikri ve kuzey ırkının üstünlük felsefesinin İkinci Dünya Savaşında ne büyük felâketlere yol açtığını hepimiz gördük ve bugün de benzeri fi­kir ve kavramların tehlikeli sonuçlarını görmekteyiz. İşte Kur’an-ı Ke­rim’in yukarıdaki ayet ve diğer İslâmi emir ve hükümler bu tür insanlık dı­şı davranışları ve yol açtıkları felâketleri tamamıyla önleyecek nitelikte­dirler.

Yukarıdaki kısa ayette Cenab-ı Allah bütün insanlara hitap ederek üç önemli ve temel ilkeyi ortaya koymuştur.

Birincisi, sizin hepinizin özü, menşei ve kökü aynıdır. Hepiniz bir er­kek ve bir kadının evlatlarısınız. Bugün dünyada ne kadar ırkınız varsa hepsi bir soydan gelmektedir. Bütün bu ırkların ana ve babalan aynıdır. Bu yaratılış biçiminde ve silsilesinde boş yere böbürlenerek ve gurur du­yarak belirtmek istediğiniz ırksal ve doğal farklara hiç yer yoktur. Yaradanınız tek bir Allah’tır. Çeşitli grup ve zümreye ait insanları çeşitli tanrıla­rın yarattığı gibi bir şey yoktur. Yaratılış özünü? ye malzemeniz aynıdır. Bazı insanların güzel ve üstün madde ve malzemeden, başkalarını ise da­ha kötü ve kalitesiz maddeden yapıldığına inanmak yanlıştır. Bütün insanların doğuş kaynağı aynıdır. İnsan ırkının başında, muhtelif insan çiftleri­nin dünyanın çeşitli bölgelerine yayıldığını ve bunlardan değişik tipte in­sanların doğduğunu düşünmek de doğru değildir.

İkincisi, özde ve temelde aynı olmanıza rağmen kabilelere, toplumla­ra ve milletlere bölünmeniz de tabiatın bir icabıydı. Çünkü bütün dünyada tek bir insan ailesi ve sülâlesinin, aynı ırkın, aynı dil ve aynı özelliklerine sahip olması, kısacası aynı kalıpta doğup büyümeleri düşünülemezdi. İn­san soyu geliştikçe aile, sülâle, kabile ve milletlerin meydana gelmesi ta­biatın bir gereğiydi. Yeryüzünde çeşitli iklim ve doğa koşullarında doğup büyüyen ve yetişen İnsanlar da gayet tabii ki dış görünüş ve huyları bakı­mından aynı olmayacaklardı. Aralarında renk, ırk, dil, yaşantı ve düşünce farklarının doğması gayet tabiiydi. Aynı şekilde, aynı bölgede veya toprak parçasında yaşayanların daha uzaklardakilere nisbetle birbirine daha yakın ve uyumlu olmaları da gerekiyordu. Fakat bu tabii fark ve özellikler İnsanlar arasında büyük, küçük, soylu, soysuz, üstün, alçak, şerefli, şerefsiz, itibarlı, itibarsız, güçlü, güçsüz ve zengin, fakir gibi ayırımlara temel teş­kil etmemeliydi. Bir ırk başka bir ırkı hor görmemeli, ya da kendisini üs­tün görmemeliydi. Bir renk başka bir renge baskın çıkmamalıydı. Belli bir grup, zümre veya millete bağlı İnsanlar başka bir grup veya milleti esir et­memeliydi. Cenab-ı Allah insanları kabile veya milletlere ayırmışsa bu­nun maksadı onların birbirini tanımalarını kolaylaştırmaktı. Böylece belli bir kabile veya millete bağlı İnsanlar arasında birlik, beraberlik, işbirliği ve yardımlaşma pekişmeliydi. Böylece, aynı aileye, tabakaya, kabileye ve millete bağlı İnsanlar bir araya gelip bir toplum meydana getirebilir ve bü­tün dünyevi meselelerde birbirine yardımcı olabilirdi. Fakat ne yazık ki, Allah’ın İnsanlar arasında tanıma, anlama, dostluk, sevgi ve işbirliğinin gelişmesi için yarattığı farklılıklar insanların cehâleti ve dalâleti yüzünden üstünlük, iftihar, nefret ve düşmanlık vesilesi oluverdiler.

Üçüncüsü, İnsanlar arasında üstünlük ve fazilet ölçüsü ancak ve an­cak iman ve güzel ahlâk olmalıdır. Doğuş itibariyle bütün İnsanlar aynı ve eşittirler, çünkü onları doğuran babaları ve anaları aynıdır. Doğuş malze­mesi ve şekilleri de aynıdır. Hepsi aynı soydan gelmektedirler. Ayrıca, bir insanın muayyen bir memlekette, millette, tabakada, zümrede, toplum­da ve ailede doğması bütünüyle tesadüfi bir hadisedir ki, bunda kimsenin isteği, arzusu, iradesi ve kararının hiçbir rolü yoktur. Bu hususta herhangi bir seçim ve alternatif söz konusu değildir. Hiçbir çaba, hiçbir uğraşı is­tenilen neticeyi doğurmaz. Bu sebeple, İnsanlar arsında büyüklük ve kü­çüklük için bu gibi gayri ciddi ve gayri hakiki hususlara riayet edilemez. Bu durumda bir insanın asıl değeri ve üstünlüğü, ancak iman, inanç ve gü­zel ahlâkıyla ölçülebilir. Bir kişi başka kimselere nisbetle daha imanlı, daha inançlı ve daha güzel ahlâklıysa kendisi onlara göre daha üstün ve faziletli sayılabilir. Eğer biri Allah’tan korkuyor, onun emirlerine karşı gelmiyor, her zaman kötülüklerden kaçıyor ve iyi ve doğru yolda bulunu­yorsa daha büyük meziyetli ve şerefli bir insandır. Böyle bir kişi hangi ırka, millete, topluma, renge ve memlekete bağlı olursa olsun bir insan olarak ve bir mü’min olarak büyük sevgi ve saygıya değerdir. Fakat bu meziyetlere sahip olmayan ve tamamıyla aykırı hareket eden bir kişi ister siyah olsun, ister beyaz, ister doğulu olsun ister batılı, daha alçak ve adi bir kişidir.

Kur’an-ı Kerim’in yukarıdaki ayetinde belirlenen bu noktalar, Rasûlullah (a.s.)’ın muhtelif hadis, konuşma ve davranışları vesilesiyle daha da açıklık kazanmışlardır. Biz bunlardan bazılarına değineceğiz.

Hz. Peygamber efendimiz (a.s.), Mekke fethinden sonra Kâ’be’nin ilk tavafı sırasında yaptığı konuşmada şu cümlelere de yer vermişti:

“Sizden Cahiliyyet’in ayıp ve kibrini gideren Allah’a şükürler olsun. Ey İnsanlar, İnsanlar ancak ikiye ayrılabilirler. İyi ve takva sahibi kimse­ler -ki Allah indinde kabul ve mükâfata layıktırlar- ve zâlim, katı yürekli ve kötülük edenler -ki Allah’ın gözünde âdi ve alçaktırlar-. Bunun dışında bütün İnsanlar Adem’in evlâdıdırlar ve Allah Adem’i topraktan yaratmış­tır.” (Beyhâki, fi Şu’ab’il İman: Tirmizî).

Haccet’ul Vedâ (Veda Haccı) sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’in yaptı­ğı konuşmanın bir bölümü şöyle idi:

“Ey İnsanlar, dikkatli olun, hepinizin Rabbi aynıdır. Bir Arap bir Acem’e veya bir Acem bir Arab’a, bir beyaz bir siyaha veya bir siyah bir beyaza üstün değildir. Fakat takva bundan müstesnadır. Allah katında en sevilen kişi, aranızda Allah’tan en çok korkan ve O’nun emirlerinin dışına çıkmayandır. Söyleyin ben size mesajı ilettim mi?” Orada hazır bulunan­lar “evet ya Rasûlullah (a.s.) dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi­ler ki: “O halde burada bulunanlar söylediklerimi başkalarına iletsinler.” (Beyhâki).

Rasûlullah (a.s.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurdular:

“Hepiniz Adem’in evlâtlarısınız ve Adem topraktan yapılmıştı. Her­kes atalarıyla iftihar etmeyi bıraksın, aksi takdirde böyle yapanlar Allah’ın gözünde adi ve iğrenç birer mikrop olacaklardır” (Bezzâr).

Başka bir hadis şöyledir:

“Kıyamette Allah soyunuzu sopunuzu sormayacaktır. Allah katında en çok sevilmeye layık olan kişi O’ndan korkan ve O’nun emirlerine uyan­dır.” (İbn-i Cerir).

Bir başka hadisin sözleri şunlardır:

“Allah güzel yüzlerinize ve mallarınıza bakmaz, aksine kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, İbn-i Mâce).

İslâmiyet’in bu öğreti ve emirleri sadece kâğıt üzerinde kalmadı ve sadece güzel sözler ve umdeler olarak kitaplarda yer almadı. İslâmiyet, öğrettiği ve emrettiği yönde, iman sahiplerinden oluşan evrensel bir toplu­luğu fiilen kurup dünyaya göstermiştir. Bu toplulukla renk, ırk, dil ve mil­liyet ayırımı yoktur. Bunda büyük, küçük, zengin, fakir, kast sistemi, sınıf tabaka ve taassup yoktur. İslam ümmetine giren herkes hangi ırk, millet, memleket veya vatana bağlı olursa olsun eşittir ve eşit haklara sahiptir. İs­lâm’ın muhalifleri bile, İnsanlar arasındaki eşitlik, sevgi ve kardeşlik ko­nusunda İslam ümmetinin ortaya koyduğu pratik örneğin, dünyanın hiçbir din ve düzeninde bulunamayacağı neticesine varmışlardır. Dünyada bin bir ırk ve milleti tek bir akidenin şemsiyesi altında birleştirip her bakımdan eşit ve uyumlu bir ümmet haline getiren tek din ve hayat düzeni İslâm’dır.

26.6.2. Bu Ebedî Kural ve Hakikat Ahirette de Geçerli Olacaktır

Bundan sonra Kur’an-ı Kerim, ırk, renk, dil, millet ve vatana değil, iman ve iyi amele dayalı sâlih bir topluluğun kurulmasıyla ilgili İslâmi­yet’in sunduğu genel akide ve kuralın, bu dünyanın yok olmasından sonra Ahiret’te de aynen uygulanacağını belirtmiştir. Kur’an-ı Kerim, bu ebedi hakikatin dışında insanların çeşitli grup ve zümrelere bölünme sebepleri­nin Ahiret’te tamamıyla ortadan kalkacağına da işaret etmiştir.

“Kıyamet koptuğu gün (mü’minlerle kâfirler) birbirinden ayrılırlar.” (Rûm; 14)

Yani, dünyada millet, ırk, vatan, dil, kabile, toplum ve ekonomik, sosyal ve siyasi menfaatlere dayalı olarak kurulmuş bütün grup ve toplu­luklar kıyamet gününde yok olacaklardır. Ve sadece akide, inanç, güzel ahlâk ve iyi amele dayalı yeni bir topluluk meydana getirecektir. Bir taraf­ta bütün çağlarda yaşamış olan mü’min ve sâlih İnsanlar seçilerek bu yeni topluluğa dahil edileceklerdir ve diğer tarafta bütün çağlar boyunca doğru yoldan sapmış ve kötülüklere bulaşmış İnsanlar güruhu bir araya getirile­cektir. Böylece iyi ve kötülerden oluşan iki büyük topluluk ortaya çıka­caktır. Bu aslında İslâmiyet’in anlatmaya çalıştığı akide ve inancın ebedi hayâtu bir tecellisi olacaktır. İslâmiyet’in, İnsanlar arasında ayırım yapıl­ması için getirilen bütün sun’i sınır ve daireleri reddeden talimatı, Ahi­ret’te ebedi bir hakikat olarak ortaya çıkacaktır ve bundan kurtuluş müm­kün olmayacaktır. İslâmiyet’in bu dünyada tavsiye ve telkin ettiği, ama ca­hiller tarafından reddedilen gerçekler ve kurallar öbür dünyada aynen ge­çerli olacaktır. İslâmiyet’in tasvip etmediği ve reddettiği kaide ve kurallar Ahiret’te de aynen reddedilecektir. İslâm diyor ki insanları birbirinden . ayıran veya onları bir noktada birleştiren unsur akide ve ahlâktır. İman edenler ve ilâhî emirlere göre bir hayat düzeni kuranlar bir ümmettirler. Bu ümmetin teşekkülünü ırki, coğrafi ve siyasi hiçbir ayrılık önleyemez. Buna mukabil küfr ve şirkin yolunu tutanlar başka bir ümmettirler. Arala­rındaki coğrafi ve siyasi fark ne olursa olsun, bunlar İslam ümmetine karşı tek bir ümmet oluşturuyorlar. İslam ümmeti ile kâfir milletler arasındaki ayırım tam ve kesindir. İslam ve küfür milletleri hiçbir zaman bir olamaz­lar, ikisinin yollan ayrıdır. Bunlar ne dünyada ne de Ahiret’te ortak bir ha­yat kuramazlar.

Bunun aksine Cahiliyye taraftarları her devirde ve bugün de gruplaş­ma ve örgütleşmenin ırk, vatan ve dil gibi temeller üzerinde olmasında ıs­rar etmişlerdir ve etmektedirler. Kâfir ve müşriklere göre bu yukarıdaki esaslarda müşterek olan kişi ve gruplar, aralarındaki din ve akide farkını bir kenara bırakıp birleşmeli ve bir millet meydana getirmelidirler. Bu milliyetçilik kavramı üzerinde kurulan hayat nizamında, Tevhid’e de Şirk’e de inananlar ve hatta hiçbir şeye inanmayanlar da huzur ve sükûn içinde yaşamalıdırlar. Zaten bu milliyetçilik kavramı çağımızın birçok toplumunun temelini teşkil ediyor. Fakat bu, cahil ve sapıkların fikri ve kavramıdır. Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in yaşadığı devirde Ebû Cehl ile Ebû Leheb ve diğer Kureyşli kabile reislerinin düşünce kavramı buydu. Bu İslam düşmanı kabile reisleri Hz. Muhammed (a.s.)’in yayma­ya başladığı yeni dinle milleti ikiye böldüğünü ve parçaladığını öne sürü­yorlardı. Kureyşlilerin işte bu iftira ve yalanları üzerine Kur’an-ı Kerim kendilerini sert bir dille uyarmakta ve demektedir ki sizin bu dünyada kurduğunuz grup, zümre ve milletlerin temeli zayıf olduğu için Ahiret’te yok olmaya mahkûmdurlar. İnsanlar arasındaki asıl ve gerçek ayırım İslâ­miyet’in sunduğu akide, hayat felsefesi ve ahlâk kurallarına göre olacaktır. Gidilecek yeri aynı olmayanların hayat yolu nasıl bir olabilir ki?

26.6.3. İslam Ümmeti

Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet bütün insanların bir ve eşit ol­duğunu ilân ettikten sonra, aralarındaki ayırım ölçüsünün ancak takvâ ol­duğunu ortaya koymuştur. İslâm açısından takvâ, Allah ve Hz. Peygamber (a.s.) ile Kitabullah’ın getirdiği akide ve emirlere uymak demektir. Ahi­ret’teki hesaplaşmayı göz önünde bulundurarak, Allah’a, Rasûlüne ve Kita­bına uymak demektir. Bu sebeple İslâm bütün insanlığı ikiye ayırıyor: Bi­ri, iman edenler, ikincisi iman etmeyenler. İman etmiş olanlar bir ümmeti oluşturuyorlar ki buna “İslâm Ümmeti” adı veriliyor. Bir mü’min, dünya­nın hangi yerinde olursa olsun hangi dili konuşursa konuşsun, hangi ırk­tan ve milletten olursa olsun bu ümmetin bir parçasıdır. “İslam ümmeti” yeni ve sun’i bir isim değildir. Bu Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ve ön­ceki bütün peygamberlerin tebliğ ve telkinlerine göre Allah’a ve kitapları­na iman edenlere verilen bir isimdir.

“Bundan evvelki kitaplarda ve bu Kur’an’da size müslüman ismini ta­kan Allah’tır.” (Hacc; 78)

Bu ayette kullanılan “size” kelimesi sadece bu ayetin inişi sırasında hazır bulunan müslümanlara mahsus değildir. Bu kelime sadece daha son­ra iman edenlere de mahsus değildir. Bu ayetin muhatapları, insanlık tari­hinin başlamasından Kıyamet’e kadar Tevhid’e, Risâlet’e, Ahiret’e ve ilâhi kitaplara iman eden herkestir. Burada denilmek isteniyor ki; Hak millet daha önce de Nûhi, İbrahimi, Musevi ve Mesihi adlarıyla değil “müslim” (Allah’a teslim veya tabi olan) adıyla tanınırlardı. Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bu milletin ismi ve lakabı “Muhammedi” değil “müslim”di. Aslında Kur’an-ı Kerim’in müfessirlerinden bazıları bu ayeti açıklarken hayli bocalamışlar ve işin gerçeğini kavrayamadıkları için Hz. Muham­med’den önce kendisine tabi olanların adlarının başka kutsal kitaplarda “müslim” olarak nasıl geçebileceğini merak ve hayretle düşünmüşlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki dünyanın kuruluşundan beri Hak dininin adı “İslam” olmuş ve buna tabi olanlar da “müslim”, “müslimin” veya “müslüman” olarak anılmışlardır. “Müslimin” (müslümanlar) adı sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in dönemine mahsus bir deyim değildir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de müslümanlar için kullanılan “müslimin” kelimesinin diğer ilâhi kitaplarda da aynen geçmesi şart değildir. Söz konusu kitaplar hangi dilde hangi milletlere inmişse onların dilinde “müslimin” (müslü­manlar) anlamına gelen benzeri bir kelime pekâlâ kullanılmış olabilir.

26.6.4. İslâm Ümmetinin Evrenselliği, Ezeliyyet ve Ebediyyeti

“Kur’an’dan evvel kendilerine kitap verilenler ona iman ediyorlar. Onlara Kur’an okunduğu zaman ‘Biz buna iman etlik. O Rabbimiz tara­fından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan evvel de İslam’ı kabul et­miş kimselerdik’ derler.” (Kasas; 52-53)

Yani, biz bundan önce de peygamberlere ve ilâhi kitaplara iman etti­ğimiz için, dinimiz, İslâm’dan başka bir şey değildi Şimdi ise Allah’ın Rasulü, Hz. Muhammed (a.s.)’in bize getirdiği semavi kitabı da Allah’ın kita­bı olarak tanıdık. Bu bakımdan dinimizde herhangi bir değişiklik olma­mıştır. Biz eskiden de müslümandık ve şimdi de müslümanız.

Kur’an-ı Kerim’in, iman sahiplerinin ağızlarından dediği işte bundan ibarettir. Bu açık ve kesin ifade, gerek Hz. Muhammed (a.s.)’in Araplara anlatmak istediği dinin ve gerekse, bu dini kabul edenlerin adlarının yeni olmadığını göstermektedir. “İslâm” yani Hak dini, Hz. Muhammed (a.s.)’den önceki bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin adıydı ve bu dine tabi olanların adı da “müslüman”dı. Her yerde ve her devirde ehl-i iman olanlar müslümandılar. Ama insanlarını yitirdikten sonra tekrar küf­re ve şirke alet oldular. Bu milletler Allah’a, peygamberlere ve semavi ki­tapların emir ve ilkelerine aykırı hareket etmeye başladıktan sonra kâfir ve müşrik oldular. Hz. Muhammed (a.s.)’in bi’seti ile, yollarını kaybetmiş olan bu insanların tekrar İslâm’a dönmeleri istendi ve iman edenlere tekrar “müslümanlar” adı verildi. Pek çok kavimde, geçmişteki bazı peygamber­lerin tebliğ ve telkinleri sayesinde Hak dinini bulanlar ve bu dinden ayrıl­mayanlar her zaman “müslüman” vasfını korudular, onların İslâmlığında herhangi bir kesinti veya aksama olmadı. Yukarıdaki ayette anlatılan ger­çek işte budur.

Maalesef, bazı bizden çok büyük âlimler bile bu gerçeği kavramakta güçlük çekmişlerdir ve bu ayetin ne mana ifade ettiğini idrak edememiş­lerdir. Allâme Suyûti gibi büyük bir alim bile kaleme aldığı bir risalesinde “müslim” veya “müslüman” deyiminin ancak Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın ümmetinin fertleri için kullanılabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Kendi ifadesine göre yukarıdaki ayeti görünce ne yapacağını şaşırdı. Alla­me Suyûti bu noktada Allah’a dua ederek kendi aczini belirtti ve bu konu­da kendisine yol göstermesini istedi. Daha sonra kendi fikrini belirtmeden Allah’tan aldığı ilham ile bir yol seçmeye çalıştığını belirtti ve bu hususla çeşitli teviller yaptı. Ne var ki bu tevillerin hepsi birbirinden değersiz ve önemsizdir ve inandırıcı değillerdir. Meselâ bir tevili şöyledir: “Biz Kur’an-ı Kerim gelmeden öne müslüman olmaya azimliydik, zira kendi kitaplarımızdan bunun geleceğini öğrenmiştik ve bunun (Kur’an’ın) gel­diği zaman İslâmiyet’i kabul edeceğimize karar vermiştik.” Allame Suyûti’nin yukarıdaki ayetten çıkardığı mana budur. Bir başka teviline gö­re ayetin sonunda “müslimin” kelimesinden sonra “bihi” kelimesi kullanıl­madığı için şöyle bir anlam çıkarılabilir: “Biz Kur’an’ı biliyor ve tanıyor­duk; zira bunun gelmesini bekliyorduk ve buna peşinen iman etmiş du­rumdaydık. Bu sebeple, Tevrat’ı ve İncil’i tanıdığımızdan değil, Kur’an’ı, bunun inişinden önce hak olarak kabul ettiğimizden dolayı müslümandır.” Allâme Suyûti’nin üçüncü teviline göre yukarıdaki ayetin anlamı şudur: “Takdir-i ilâhi’ye göre Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ve Kur’an-ı Ke­rim’in gelişinden sonra İslâmiyet’i kabul etmemiz mukadderdi. Böylece biz gerçekten daha önceden müslüman sayılabiliriz.” Bu tevilleri gördük­ten sonra, Allâme Suyûti’nin Allah’tan yalvararak istediği ilhamın kendisi­ne gelmediğini anlamış oluruz.

Gerçek şu ki, Kur’an-ı Kerim ve Furkan-ı Hamid olan kitabımızda, sadece yukarıdaki ayette değil, bir çok yerde asıl dîn’in “İslam” olduğu ve Allah’ın yarattığı kâinatta kulları için bundan başka bir dinin olamayacağı açık açık ifade edilmiştir. Dünyanın kuruluşundan beri hangi peygamber bu dünyaya gelmişse bu dini yani “İslam”ı (Allah’a teslimiyeti) getirmiş­tir. Peygamberlerin hepsi “müslüman” (müslim) idi ve kendilerine tabi olanların da müslüman olmaları ve kalmaları için gayret etmişlerdir. Pey­gamberlere iman edenler ve doğru yoldan ayrılmayanlar her zaman müs­lüman olmuşlardır. Burada birkaç örnek verelim:

“Allah katında din İslam’dır.” (Al-i İmrân; 19)

“İslam’dan başka bir dine tabi olandan, dini kabul olunmaz.” (Al-i İmrân; 85)

Hz. Nûh (a.s.) diyor ki:

“Benim mükâfatım Allah’a aittir. Ben Müslümanlardan olmaktan em­rolundum.” (Yunus; 72)

Hz. İbrahim (a.s.) ve evlâtları hakkında şöyle deniliyor:

“Rabbi ona ‘teslim ol’ dediğinde İbrahim ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum’ dedi. İbrahim ve Yakûb İslam dinini evlâtlarına vasiyet edip ‘Ey Evlatlarım, Allah sizin için bir din seçti. Ancak müslüman olarak can ve­riniz’ dediler. Yoksa ölüm Yakûb’a geldiği vakit siz orada mı idiniz? O oğullarına: ‘Benden sonra kime ibadet edersiniz?’ dediğinde onlar ‘Senin Rabbine babaların İbrahim, İsmail ve İshâk’ın Rabbine bir ilâh olarak ibadet ederiz. Biz ona teslim olmuşuz’ dediler.” (Bakara; 131-133)

“İbrahim ne Yahudi ve ne de Hıristiyan’dı. Fakat batıldan uzak ve Hakk’a yakın dine tabı müslüman idi.” (Al-i İmrân; 67)

Hz. İbrahim ile Hz. İsmail (a.s.) şöyle dua ediyorlar:

“Ya Rabbi, bizi sana teslimiyette sabit kıl. Zürriyetimizden sana bo­yun eğen müslüman bir ümmet yarat.” (Bakara; 128)

Hz. Lût (a.s.)’un hikâyesi anlatılırken şöyle buyurulmuştur:

“Fakat orada Müslümanlardan bir haneden başkasını bulamadık.” (Zariyat; 36)

Hz. Yusuf (a.s.) Allah’a şöyle dua ediyor:

“Beni müslüman olarak vefat ettir. Beni salihlere kal.” (Yusuf; 101)

Hz. Musa (a.s.) kendi kavmine şöyle diyor:

“Ey kavmim eğer siz gerçekten Allah’a iman ettiniz ise, O’na tevekkül edin.” (Yunus; 84)

İsrail oğullarının asıl dini Yahudilik değil İslâm’dı; bunu dost, düşman herkes bilirdi. Nitekim Firavun denizde boğulurken bu hakikati dile getir­mekten kendini alamadı:

“İnandım ki İsrail oğullarının iman ettiğinden başka ilâh yoktur. Ben de Müslümanlardanım.” (Yunus; 90)

İsrail oğullarına gönderilen bütün peygamberlerin dini de İslâm’dı.

“Biz Tevrat’ı indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Allah’a teslim olan peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de onunla hükmederlerdi. Hepsi de O’nun üzerine şahit idiler. O halde siz insanlardan korkmayın, benden korkun. Benim ayetlerimi az bir paha­ya salmayın. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirdir.” (Maide; 44)

Hz. Süleyman’ın dini de aynıydı. Nitekim Sebe’ (Saba) melikesi ken­disine iman ellikten sonra şöyle der:

“Şimdi Süleyman’ın beraberliğinde âlemlerin Rabbi olan Allah’a tes­lim (müslüman) oldum.” (Neml; 44)

Hz. Îsa (a.s.) ile havarileri ve ona tabi olanların dini de İslâm’dı:

“Havarilere, ‘Bana ve Rasûlüme iman edin diye vahyettiğimde (il­ham ettiğimde) ‘iman ettik. Şahit ol ki biz müslümanlarız’ dediler.” (Maide; 111)

Arapçada kullanılan “İslâm” ve “müslim” (müslüman) kelimelerinin başka ırktan olan ve başka dil kullanılan bu muhtelif milletlerde aynen kullanılamayacağı yolundaki itiraz çok saçma ve abestir. Çünkü burada söz konusu olan Arapça bir kelime veya deyim değil, bunların ifade ettikle­ri mana ve mefhumdur. Adı geçen ülkelerde ve milletlerde “İslâm” ve “müslim” kelimeleri olduğu gibi kullanılmayabilir, ama burada kastedilen şey iman edenlerin hüviyetidir ve kendileri her zaman Arapça’daki “müslü­man” ve “İslâm” kelimelerine eş anlamda tanımlanmış ve çağırılmışlardır. Allah’ın demek istediği; ‘dünyaya gelen asıl din Hıristiyanlık, Musevilik ve­ya Muhammedilik değil, İslâm (Allah’a teslim olmak ve boyun eğmek)’dır. İmân edenler, peygamberler ve semavi kitaplar ile gelen Allah’ın emrine boyun eğmelidirler. Hangi Allah’ın kulu hangi devirde ve memlekette bu tavır ve davranış içinde bulunmuşsa, tek ve evrensel, ezeli ve ebedi Hak Din’in takipçisidir. Bu dini şuurlu ve samimi bir şekilde kabul edenlerin önce, Hz. Musa’yı, sonra Hz. Îsa’yı ve daha sonra Hz. Muhammed Musta­fa (a.s.)’yı Allah’ın peygamberleri olarak tanımış olmaları dinlerini değiş­tirme hareketi değil, aksine bu dine tabi olmalarının tabii ve mantıki neti­cesidir. Bunun aksine peygamberlerin tâbileri arasına bilinçsizce ve dü­şüncesizce girmiş ya da bu toplulukta tesadüfen doğmuş olanlar, kendi kı­sır millî, irsî ve içtimaî taassuplarını körükleyerek bunları birer din haline getirenler ya Yahudi oldular, ya da Hıristiyan. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)’in, Allah’ın peygamberi olarak dünyaya gelmesiyle foyaları meydana çıktı ve kendi kuyularını kendileri kazmış oldular. Zira Allah’ın son pey­gamberini tanımayı reddetmekle sadece gelecekte müslüman olarak yaşa­maktan vazgeçmediler, aynı zamanda gerçekten “müslüman” olmadıkları­nı ve şu veya bu nedenlerle çıkarlarını korumak veya atalarını körü körüne taklit etmek düşünce ve tavrıyla hareket ettiklerini ispatladılar.

26.6.5. İslam Ümmetinin Terkibi (Yapısı)

Böylece, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) dünyanın kuruluşundan beri süregelen dini canlandırmak, yenilemek ve tazelemekle kalmadı, bütün geçmiş pey­gamberlerin zamanından beri “İslâm ümmeti” olarak bilinen ümmeti de yeniden meydana getirdi. Hz. Peygamber (a.s.) bu ümmete muhtelif grup, kabile, sülâle ve bölgelerden katılan kişileri birbirinin yardımcısı, dert or­tağı, destekçisi ve kardeşi yaptı, hepsinin can, mal ve namuslarının aynı derecede korunmasına özen gösterdi, herkesin hak ve mesuliyetinin aynı olduğunu ilân etti, takvâ ve iyi amelin dışında aralarında herhangi bir im­tiyaz ve fark bırakmadı, kısacası her bakımdan birlik, beraberlik, dayanış­ma ve eşitlik içinde olan muazzam bir topluluk vücuda getirdi. Arabistan gibi aşiret egemenliğindeki ve her türlü kabile ve bölgesel dengesizlikteki bir toplum için bu çok garip ve beklenmedik bir gelişme idi ve Cahiliyye kafası bunu kabul etmeye hazır değildi.

İbni Zeyd’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebû Leheb bir gün kendisine şöyle bir soru yöneltti: “Ben senin dinini kabul edersem be­nim kazancım ne olacaktır?” Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Diğer bütün iman sahiplerinin kazandıklarını siz de kazanacaksınız.” Ebû Leheb dedi ki: “Peki, benim için (bir peygamberin amcası olması bakımından) bir ayrıcalık yok mudur?” Rasûlullah (a.s.), “Ee daha ne istiyorsunuz?” diye sordu. Bunun üzerine Ebû Leheb, “lânet olsun, lânet olsun benimle herke­sin eşit olduğu dine.” (İbni Cerir) dedi.

Bu fanatizmi ortadan kaldırmak amacıyla Kur’an-ı Kerim şöyle bu­yurdu:

“Size ne akrabanız ne de çocuklarınız (Allah’ın azabına karşı) fayda vermez. Allah kıyamet günü aranızı ayıracaktır.” (Mümtehine; 3)

Yani, kan bağlarının hepsi dünyada kalacaktır ve bunlar kıyamette kimseye hiçbir fayda sağlamayacaktır. Asıl önemli olan şey imandır. Kı­yamette ve mahşerde kimin imanı kuvvetliyse felahı bulacak, kiminki za­yıfsa cezasını çekecektir. Bu sebeple dünyada akrabalık ve dostluklar ku­rarken bu noktaya dikkat edilmelidir.

“Sizin veliniz ve dostunuz Allah, O’nun peygamberi, namazlarını kı­lanlar, zekâtlarını veren ve rukû eden mü’minlerdir.” (Maide; 55)

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını dü­zeltin.” (Hucurât; 10)

İşte bu ve buna benzer diğer ayetler, dünyada bütün Müslümanlardan teşekkül eden evrensel bir kardeşliği meydana getirdiler. Bu emir ve talimatın sayesindedir ki müslümanlar kadar aralarında yakınlık, sevgi, daya­nışma ve yardımlaşmanın bulunduğu dünyada başka bir din ve hayat dü­zeni kurulamamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) İslâm kardeşliğinin bu mezi­yet, fazilet ve erdemini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir.

Hz. Cerîr bin Abdullah’ın dediği gibi, “Rasûlullah (a.s.) benden üç mevzuda biat almıştı. Birincisi, namazı ikâme edeceğim, ikincisi, zekât vereceğim, üçüncüsü, her müslümanın yardımcısı ve destekçisi olaca­ğım.” (Buhârî: Kitab’ul îman).

Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un naklettiği hadise göre, Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Müslüman’a küfretmek fısk (küfür)tır ve onunla kavga et­mek küfürdür.” (Buhârî, Kitab’ul-İman, Müsned-i Ahmed’de benzeri bir hadis Hz. Said bin Mâlik tarafından naklolunmuştur).

Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)’nin anlattığına göre Rasûlullah (a.s.)’ın emri şöyledir: “Her müslümana başka bir müslümanın can, mal ve namusu ha­ramdır.” (Müslim, Kitab’ul-Birr ves-sıla, Tirmizî Bâb’ul-Birr ves-sıla).

Hz. Ebu Said Hudrî (r.a.) ve Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine gö­re Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm etmez, onu yalnız bırakmaz, ona hakaret etmez. Bir kişinin kendi müslüman kardeşine hakaret etmesi zâten en büyük şerrdir.” (Müs­ned-i Ahmed).

Hz. Sehl bin Sa’d Saidî, Rasûlullah (a.s.)’ın şu mübarek sözlerini nak­letmiştir: “Bir müslüman, iman sahipleriyle baş ve gövde gibidir. Bir müs­lüman, iman sahiplerinin her acısını, bir başın, vücudun herhangi bir kıs­mındaki acısı gibi duyar.” (Müsned-i Ahmed).

Hz. Nu’man bin Bişr, Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediğini naklet­miştir: “Müminler arasındaki merhamet, sevgi ve dert ortaklığı tıpkı bir vücut gibidir. Nasıl ki vücudun bir azasında hissedilen acı bütün vücudu uykusuz bırakır ve ateşlenmesine sebep olur; müslümanlar da öyledirler.” (Buhârî ve Müslim).

Hz. Ebu Musa el-Eş’arî, Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle dediğini rivayet et­miştir: “Bir mü’min başka bir mümin için bir duvar gibidir, öyle bir du­var ki bunun her bölümü başka bir bölümünü kuvvetlendirir.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî).

Hz. Abdullah bin Ömer, Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerine yer vermiş­tir: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ne ona zulüm eder, ne de ona yardım etmekten kaçınır. Kim kardeşinin hacetini giderirse, Allah da onun hacetini giderir. Kim bir müslümanı musibetten kurtarırsa Allah da onu kıyamette musibetten kurtaracaktır. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örtecektir.” (Buhârî ve Müs­lim).

Hz. Câbir bin Abdullah ve Ebû Talha bin Sehl’ul Ensarî’nin bir hadisi şöyledir: Rasûlullah (a.s.) buyurdular: “Eğer bir kişi, bir müslümana, ha­karete uğradığı ve namusuna dil uzatıldığı sırada yardım etmezse Allah da ona, Allah’ın yardımına en çok muhtaç olduğu zaman yardım etmeyecek­tir. Fakat bir kişi de bir müslümana, hakarete uğradığı ve namusuna saldı­rıldığı sırada yardım ederse, Allah da ona, Allah’ın yardımına en çok muhtaç olduğu anda yardım elini uzatacaktır.” (Ebû Davud).

Hz. Abdullah bin Amr bin As, Hz. Peygamber (a.s.)’in şu hadisini nakletmiştir: “Müslüman, müslümanların dilinden ve elinden mahfuz ol­dukları kişiye denilir.” (Buhârî ve Müslim).

Hz. Ebû Bekr’e Nufey’ bin el-Hâris (r.a.)’in anlattığına göre, Vedâ Haccı sırasında Rasûlullah (a.s.) müslümanlara hitap ederken şöyle de­mişti: “Sakın, benden sonra kâfirler gibi birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın.” (Buhârî ve Müslim).

Hz. Enes(r.a.)’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) bir defasında şöy­le buyurdular: “Kardeşine, ister zâlim, ister mazlum olsun yardım et.” Bir kişi dedi ki eğer mazlumsa elbette ona yardım edeceğim, ama zâlim ise ona niçin yardım edeyim? Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Onu zulümden alıkoy ve vazgeçir. İşte bu zâlime yapılan yardımdır.” (Buhârî).

Hz. Abdullah bin Amr bin As’ın bir başka hadisi şöyledir: “Mü’minle­rin kanı aynı değerdedir. Müminler düşmanlarına karşı bir el gibidirler (sıkılmış yumruk gibidirler).” (Müsned-i Ebû Davud Tayâlisi Hadis No: 2258).

Hz. Enes bin Mâlik şu hadisi nakletmiştir: Rasûlullah (a.s.) buyurdu­lar: “Bana, İnsanlar kelimeyi şehâdet getirdikleri zamana kadar, yani Al­lah’tan başka bir ilâh olmadığını ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü oldu­ğunu söyleyinceye kadar onlarla savaşmam emrolunmuştur. Daha sonra, kendileri bu şehâdeti verdikten, kabilemize yöneldikten, kurbanlarımızı (kestiğimiz hayvanları) yedikten ve namazımızı kıldıktan sonra onlara olan haklarımız hariç, onların kanı ve malı bizim için haramdır. Onların hakları, müslümanlarınkinin aynısıdır ve onların farzları (vazifeleri) da müslümanlarınkinin aynısıdır.” (Neseî, Kitab’ul-İman, Müsned-i Ahmed, rivâyet eden: Enes bin Mâlik).

26.6.6. Bir Dâvet ve Hareketin Bayraktarı Olan Ümmet

Fakat bu ümmet pasif ve hareketsiz bir ümmet değildi, ki fertleri Al­lah’a ve Rasûlüne iman ettikten sonra bulundukları yerlerde ibadet etsin, zikr ve tefekkür de bulunsun, iyi ve hayırlı işler yapsın ve sadece birbirine yardımcı ve destekçi olsunlar. İslâm ümmetinin fertleri bundan çok ileriye giderek faal ve dinamik bir hayat yaşamalıydılar. Ümmetin her ferdi İslâmi daveti daha büyük kitlelere iletmek, Allah’ın kullarını doğru yola ve iyi işler yapmaya çağırmak ve onları kötü işlerden ve günahlardan alı­koymakla mükellefti. Bu ümmet, aile, kabile ve milletlerden en iyi cev­herler seçilerek boşuna meydana getirilmemişti. Bunun görevi Allah’ın kullarını ıslâh etmek, bütün milletler ile hak ve adalet ilkelerine göre mü­nasebet tesis etmek haksızlık, adaletsizlik ve cehaleti yok etmekti. Eğer durum başta anlattığımız gibi olsaydı, Kureyşli müşrik ve Arap kâfirler belki de ses çıkarmayacaklardı. Ama burada durum bambaşka idi. Yeni kurulan bu ümmet, sadece büyüme ve gelişme istidadı göstermiyor, ayrıca bunun her ferdi ve bütün ümmet faal bir hareket haline geliyordu. Hepsi tek amaç için -Allah’ın hakimiyetini bu dünyada kurmak ve insanları kö­tülükten uzaklaştırmak- çalışıyorlardı. Bu çalışmalar kâfir ve müşriklerin endişe ve korkusunu had safhaya getirdi, çünkü onlar her gün kendi güç­lerinin azalmakta olduğunu ve yeni hareketin güçlenip büyümekte oldu­ğunu görüyorlardı.

“Allah’a (ibadete) davet eden ve sâlih amel işleyip ‘ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet; 33)

Fussilet sûresinin 30 ila 32. ayetlerine kadar, müslümanların Allah’a ibadet konusunda kararlı olmaları ve doğru yolu bulduktan sonra bundan ayrılmamaları öğütlenmiş ve bunların kendi başına büyük bir meziyet ve fazilet olduğu kaydedilmiştir. İnsanların bu meziyetleriyle, meleklerin dostu ve cennetin sakinleri olabileceği vurgulanmıştır. Bundan sonra yu­karıdaki ayette müslümanlar için en şerefli işin kendilerinin doğru yolda olup başkalarını iyiye ve güzele davet etmek, Allah’a itaat etmeye çağır­mak, şiddetli muhalefete rağmen İslâm’dan söz etmek ve her türlü zorluk ve muhalefeti göze alarak hak sözü söylemek olduğu açıklanmıştır.

Bu buyruğun asıl mana ve mefhumunu anlayabilmemiz için, bu vah­yin indiği zaman müslümanların içinde bulunduğu şartları göz önünde tut­malıyız. Ortam o kadar güç ve cesaret kırıcıydı ki, kim İslâm ve Hz. Pey­gamber (a.s.) lehinde ağzını açıyorsa, kendisini paramparça edecek vahşi İnsanlar arasında buluyordu. Böyle bir ortamda bir kişinin Allah’a iman edip doğru yolda bulunması başlı başına bir cesaret işi ve büyük bir mezi­yetti. Ama bundan daha faziletli ve sevaplı hareket, bir müslümanın kal­kıp inandığını açıkça ilân etmesi ve başkalarının da kendisi gibi doğru yo­la gelmelerini istemesiydi.

26.6.7. Müslümanların, Dünya Liderliğine Yükselmeleri

“Böylece sizi İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl da sizin üze­rinize şahit olsun diye vasat (orta, mutedil) bir ümmet kıldık.” (Bakara; 143)

İşte bu, Ümmet-i Muhammediyye’nin bütün dünyanın imametine ve liderliğine tâyin olunmasının ilânıydı. Bu ayette kullanılan “böylece” keli­mesi çok önemlidir. “Böylece” Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla Allah’a tabi olanların doğru yolu bulup “vasat bir ümmet” mevkiine kadar yüksel­melerine işaret sayılabilir. Bu kelimeden, müslümanların kıblesinin de­ğişmesinin de kastedildiği söylenebilir. Bazı akılsızlar, kıblenin değişme­sini, sadece namazda istikametin değişmesi olarak kabul ediyorlardı. Hal­buki, bu tarihi bir olaydı. Müslümanların kıblesinin Kudüs’ten Kâ’be’ye çevrilmesi, Cenab-ı Allah’ın İsrail oğullarını dünyanın liderliğinden her zaman için azledip yerlerine Ümmet-i Muhammediyye’yi getirmiş olması demekti.

“Vasat bir millet” deyimi o kadar geniş anlam taşıyor ki anlatılmak istenen şey başka bir deyimle anlatılamaz. Burada İslâm ümmetinin her bakımdan büyük, üstün, ölçülü, makul ve faziletli olduğuna işaret edilmiş­tir. Bu ümmet her konuda vasat yolu takip edecek ve her konuda hak ve adaletle hareket edecektir. Kısacası dünyada bütün milletlere lider ve yol gösterici durumunda olacaktır.

Yukarıdaki ayette “siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üzerinize şahit olsun” ifadesi kullanılmıştır. Bu demektir ki, Ahiret’te bütün İnsanlar Allah’ın huzurunda yaptıklarının hesabını verirken Hz. Mu­hammed (a.s.) müslümanların resmi temsilcisi ve sözcüsü olarak doğru fi­kir, sâlih amel ve adalet nizamıyla ilgili Rabbinin kendisine verdiği tali­matı insanlara eksiksiz ilettiğini ve bunun için pratik örnekler verdiğini yemin ederek ifade edecektir. Bundan sonra İslâm Ümmeti’nin fertleri ve Rasûl’ün vekilleri olarak müslümanlar ifade verecekler ve Rasûlullah (a.s.)’ın kendilerine ilettiği mesajı başka insanlara yaymak ve bunu fiilen yaşamak konusunda ellerinden geleni yaptıklarını belirteceklerdir.

Aslına bakılırsa, bir kişi veya zümrenin bu dünyada Allah’ın şâhidi olarak tayini zaten bütün insanların imameti ve liderliğine atanması de­mektir. Bu yüce mevki ve makam büyük itibar ve şeref kaynağı olmasının yanı sıra büyük vazife ve mesuliyet anlayışını da gerekli kılmaktadır. Bu demektir ki, nasıl ki Rasûlullah (a.s.) bu ümmet üzerine Allah’tan kork­mak, doğru söz söylemek, doğru hareket etmek, haktan yana olmak ve adalete riâyet etmek konusunda şahit oldu, bu ümmet de bütün bu konu­larda bütün dünya üzerine şahit olmalıdır. Hatta bu ümmetin söz, fiil ve hareketlerini gördükten sonra dünyanın diğer bütün milletleri, takvâ, sa­bır, dürüstlük, iyilik, güzellik, ahlâk ve fazilet ile adaletin ne olduğunu ve İslâmiyet’in dünyaya ne için geldiğini anlayabilmelidirler.

26.6.8. İslâm Ümmeti’nin Vasıfları

“Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder kötülükten vazgeçirir ve Allah’a iman edersiniz.” (Al-i İmrân; 110)

Burada dünya liderliğinin, İsrail oğullarından sonra Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’e tabi olanlara geçtiği ve bu yüce mevki ve makama riayet ederek ahlâk ve amelleri ile dünyaya örnek olmaları bildirilmiştir. Müslü­manların, dünyanın en iyi ve en faziletli ümmeti haline getirildiği ve bu bakımdan âdil milletlerin vasıflarıyla donatıldığı kaydedilmiştir. Müslü­manlar bundan böyle iyilik yapmalı, iyilik için çalışmalı, kötülüğü yok etmeli, Allah’ı tek tanrı olarak kabul etmeli ve ona kayıtsız şartsız itaat et­melidirler. Müslümanlar bu vasıflarını korudukları müddetçe bütün mil­letlerin imamı ve önderi olacaklardır.

“Erkek ve kadın mü’minler birbirinin velisi ve dostudurlar, iyilik ile emr, kötülükten nehyederler. Namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirler. Al­lah’a ve Rasûlüne itaat ederler.” (Tevbe; 71)

Yani, İslâm ümmetinde gerek erkekler gerekse kadınlar birbirinin yardımcısı ve dostudurlar. Her zaman iyi niyetle hareket ederler ve herke­sin iyi ve doğru yolda olmaları için gayret sarf ederler, kötülükten nefret eder ve başkalarının da kötülüklerden kurtulmaları için çalışırlar. Allah’ı zikretmek onlar için gıda gibi mühimdir. Allah yolunda harcamak için el­leri her zaman açıktır. Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek hayatlarının başlıca hedefidir. Bu müşterek ahlâk anlayışı ve hayat tarzı müslüman erkek ve kadınları birbirine sımsıkı bağlamış birbirinin kardeşi ve dostu haline ge­tirmiştir.

26.6.8.1. Fedakârlık Duygusu

İslâm ümmetinin fertlerinin kalblerinde, dinlerini her şeyden üstün tutma ve din uğruna her şeylerini feda etme hissi de uyandırıldı. İman sa­hipleri kendi vatan, aile ve evlerinde Allah’a ibadet ve itaat etmeleri müm­kün olduğu müddetçe kalabilirlerdi, fakat bu mümkün olmadığı takdirde Allah ve din uğruna her şeyi terk etmeleri gerekirdi. İmanlarının sağlamlı­ğı, vatan, millet, aile fertleri ve evlâtlarının sevgisine kapılarak Allah’ı ve dinini terk etmeleri ya da Allah ve din sevgisi yüzünden ailelerinden ve vatanlarından uzaklaşmalarıyla ölçülebilirdi.

“Kendilerine zulüm yapıldıktan sonra Allah, yolunda hicret edenleri dünyada elbette güzel bir şekilde yerleştirir. Ahiret mükâfatı ise daha bü­yüktür.” (Nahl; 41)

“Ey iman eden kullarım, Benim arzım geniştir. O halde yalnız bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İman edip sâlih amel işleyenlere cennette altlarından nehirler akan husu­si yerler hazırlarız. Onlar orada ebedi kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel mükâfattır. Onlar ki sabreder ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı hayvan vardır ki rızkını arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık veriyor. O Semî’dir, Alim’dir.” (Ankebût; 56-60)

Ankebût sûresinin yukarıdaki ayetlerini okuyunca Cenab-ı Allah’ın İslâm ümmeti olarak nasıl bir ümmet yaratmak istediğini anlayabiliriz.

İlk ayette Hicret’e işaret edilmiştir. Yani demek isteniyor ki, eğer Mekke’de Allah’ın adını anmak ve O’na ibadet etmek zorlaşmışsa, müslü­manlar nerede Allah’ın sadık kulları olarak ibadet edebiliyor ve özgürlük içinde O’na itaat edebiliyorlarsa oraya gitsinler. Bu ifadeden anlıyoruz ki, asıl mühim olan şey millet, vatan ve ülke değil, Allâh’a kulluktur. Vatan, millet ve memleket sevgisi, Allah’a itaat ve ibadetle çatıştığı ân mü’min kararını bunlardan ikincisi lehine vermelidir. Doğru ve gerçek bir mü’min reyini Allah’tan ve Hak’tan yana kullanmalıdır ve vatan ile millete boş vermelidir. Sahte bir müslüman ve münâfık bir kişi ise imanını terk edip vatanına ve milletine sarılacaktır. Bu ayet açıkça ifade ediyor ki, gerçek ve takva sahibi bir müslüman, milliyetçi kafatasçı ve faşist olamaz. Bir mü’min için birinci derecede önemli şey Allah’a ibadet ve itaattir ve bu uğurda gerekirse her şeyi feda edebilir.

İkinci ayetin manası da şudur: Ölüm vazgeçilmez bir hakikattir. Ölümden korkmamalıdır. Dünyaya gelen bir kişi, bir gün mutlaka ölecek­tir. Kimse ebediyen yaşamak için gelmemiştir. Onun için, mü’minler ken­di ölümlerinden korkmamalı, öleceklerinden endişe etmemeli, bu dünya­da kendi canlarını korumak için her şeyi fedâ etmemelidirler. Asıl dü­şünmeleri ve endişe etmeleri gereken imanlarını aynen muhafaza etmele­ridir. Allah’a ve Hakk’a tapmanın çarelerini aramalıdırlar. İman etme­nin icaplarını yerine getirmelidirler. Çünkü herkes er geç Allah’a döne­cektir. Eğer dünyada bir kişi, canını kurtarmak için imanını kaybetmişse Allah’ın mahkemesinde başka türlü yargılanacaktır ve eğer imanını koru­mak için canından olmuşsa kendisine başka bir muamele yapılacaktır. O halde, Allah’a dönecek olanlar ne ile dönmek istediklerine karar vermeli­dirler. İman uğruna kaybedilen canla mı, yoksa can uğruna yitirilen imanla mı?

Üçüncü ayette denilmiştir ki; eğer iyilik ve iyi amel uğruna dünyanın bütün nimetlerinden ve zevklerinden mahrum kalınmışsa da hiç tasalan­maya gerek yoktur. Zira bu mahrumiyetin mükâfatı Ahiret’te çok büyük­tür ve mutlaka verilecektir.

Dördüncü ayette denilmiştir ki, her türlü muhalefete ve düşmanlığa rağmen imanlarını muhafaza etmiş ve iyi amel işlemiş olanlar mükâfatla­rın en güzelini bulacaklardır. İman etme uğruna canlarını tehlikeye atan, her türlü eziyeti çeken, imanı terk etmenin sağlayacağı bazı dünyevî fayda ve nimetleri kendi gözleriyle görmelerine rağmen yoldan zerre kadar ayrılmayan, kâfir ve fâsıkların bolluk ve rahat içinde yaşamalarına şahit ol­malarına rağmen, servet ve şöhrete tenezzül etmeyen, kendi aile, sülâle, kabile ve maddî durumlarına güvenmektense Allah’a inanan ve bütün ümitlerini ona bağlayan, ibadet ve itaat etmek büsbütün zorlaşınca vatan ve milletlerini terk edip hicret eden, daima Rabblerine itimat eden, iyiliği tesis eden ve başkalarına iyilikle emreden, ahlâk ve faziletin en güzel ör­neklerini veren ve bu dünyadaki bütün fedakârlık ve eziyetin mükâfatının öbür dünyada çok büyük olacağına inananlar felâh, refah ve ebedi mutlu­luğa kavuşacaklardır.

Son ayette denilmiştir ki, Allah uğrunda hicret edenler canlarından korkmadıkları gibi mallarından da endişe etmemelidirler. Bütün canlılara rızık veren Allah’tır. Yerde, su altında ve havadaki bütün hayvan ve kuşlar ile böceklere rızk veren Allah neden insanlara ve kendisine tabi olanlara rızk vermesin. Allah ve İslâm uğruna evlerinden ve barklarından olanlar işleri, güçleri ve gelirleri için de fazla tasalanmamalıdırlar.

26.6.8.2. Kâfirlerle Müslümânların İlişkisi

Biz şimdiye kadar İslâm ümmetinin fertleri arasındaki ilişkileri ve din ile imanları konusunda ne gibi bir tavır takınmaları gerektiğini anlat­tık. Şimdi ise Kur’an-ı Kerim ve hadislerden örnekler vererek müslüman­ların karşıtı, rakibi, hasmı ve düşmanı olan ve karşı kampta yer alan kâfir ve müşriklerle olan münasebetlerine değineceğiz.

“Mü’minler mü’minlerden başka olarak kâfirleri dost edinmesinler. Bunu işleyen Allah’tan hiçbir şey ümit etmesin.” (Al-i İmrân; 28)

“Ey mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin.” (Nisa; 144)

“Yoksa siz Allah’ın sizden cihad edenleri Allah ve Rasûlünden ve mü’minlerden başka dost edinmeyenleri ayırt etmeksizin kendi halinize bırakılıvereceğinizi mi sandınız?” (Tevbe; 16)

Tevbe sûresinin bu ayetinde İslâm camiasına daha yeni giren müslü­manlara hitap edilmiştir. Burada denilmek isteniyor ki, ey iman sahipleri Allah ve Rasûlünü kendi canınızdan malınızdan, aile, akraba, kabile ve diğer dünyevi nimetlerinizden daha çok sevdiğinizi ispatlamadığınız süre­ce hakiki mü’min olamazsınız. Şu ayetlere de dikkat edelim;

“Ey mü’minler, eğer küfrü imana tercih ederlerse babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. İçinizden kim onların velilikleri altına gi­rerse onlar zâlimlerin tâ kendileridir. De ki: ‘Eğer babalarınız evlâtları­nız, kardeşleriniz, eşleriniz, ticaretiniz ve hoşunuza gitmekte olan mes­kenler size Allah’tan, Onun Rasûlünden ve Allah yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsık olan kavme hidâyet etmez.” (Tevbe; 23-24)

“Gerçekten İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir numune vardır. Hani onlar kavimlerine: ‘Biz sizden ve Allah’tan baş­ka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirtil­miştir.” (Mümtehine; 4)

“Ey mü’minler, düşmanımı ve düşmanınızı dost edinmeyin. Siz onla­ra sevgi yolluyorsunuz. Halbuki onlar Hakk’tan size geleni (Kur’an’ı) in­kâr ediyorlar. Rabbiniz olan Allah’a iman ediyorsunuz diye peygamberi de sizi de diyarınızdan çıkarıyorlardı. Eğer siz benim yolumda cihada çı­kar ve rızamı isterseniz (düşmanlarımı ve düşmanlarınızı dost edinmezsi­niz). Onlara sevgi göstererek sır veriyorsunuz. Halbuki ben sizin gizledi­ğinizi ve açıkladıklarınızı bilirim. Sizden kim bunu yaparsa muhakkak doğru yolun ortasından sapmıştır.” (Mümtehine; 1)

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kavmi babalan, oğulları, kardeşlen veya soy sopları olsalar bile, Allah ve Rasûlüne muhalefet edenlerle dostluk eder bulmazsın. Allah, onların kalblerine imanı yazmış ve onu tarafından bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele; 22)

Mücadele sûresinin bu ayetinde iki konuya değinilmiştir. Bunlardan biri sadece bir ilke olup ikincisi de bir gerçektir. İlke şudur: Hak dinine iman ve din düşmanlarıyla sevgi ve dostluk iki zıt şeylerdir, ki bunların bir arada olması düşünülemez. Bir insanın aynı zamanda hem Allah ve Rasûlünü, hem de din düşmanlarını sevmesi mümkün değildir. Bu, tıpkı bir insanın hem kendisini hem düşmanını sevmesinin mümkün olmaması gibidir. Bu sebeple, eğer bir insan kendisinin hem iman sahibi olduğunu söylüyor, hem de İslâm düşmanlarıyla haşır neşir oluyorsa, imanla ilgili iddiasının doğru olmadığına karar verilmelidir. Aynı şekilde hem İslam’a, hem İslâm düşmanlarına bağlı olanlar nefis muhasebesini yapmalı ve ken­dilerinin ne olduğunu tesbit etmelidirler. Kendileri gerçekten mü’min mi­dirler, yoksa münafık mı? Ayrıca mü’min olarak mı kalmak istiyorlar, yoksa münafık olarak mı? Eğer kendileri iki yüzlü değil de dürüst iseler, aynı zamanda iki sandala binmekten vazgeçmelidirler. İslâm ve iman on­ların dürüst olmalarını istiyor. Eğer gerçekten mü’min olmak ve mü’min olarak kalmak istiyorlarsa İslâm ile çatışan bütün sevgi ve ilişkilere son vermelidirler.

Bu bir ilkedir. Ama Cenab-ı Allah sadece bu ilkeyi belirtmekle yetin­memiş ve herkese bunun pratik örneğini de sunmuştur. Nitekim kim ger­çek anlamda mü’min olanlar kendi söz ve hareketleriyle imanı her şeye tercih ettiklerini göstermişlerdir. Mü’minler, dinlerine ve imanlarına mani olan her şey ile ilişkilerini koparmış ve Hak yolunda hiçbir engel tanıma­dıklarım, hiçbir sevgi ve akrabalıkla dostluğun önemi olmadığını ispatla­mışlardır. Bunun en belirgin örneği, Bedir ve Uhud savaşları sırasında gö­rüldü. Mekke’den hicret edip Medine’ye gelmiş olan Sahabe-yi Kirâm sırf Allah ve O’nun dini uğruna kendi kabileleriyle ve en yakın akrabalarıyla savaşmak zorunda kaldılar. Hz. Ebû Ubeyde (r.a.) çarpışmalar sırasında öz babası olan Abdullah bin Umeyr’i katletti. Hz. Ömer (r.a.) dayısı As bin Hişâm bin Muğire’yi öldürdü. Hz. Ebû Bekr öz oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazır oldu. Hz. Ali, Hz. Hamza ve Hz. Ubeyde bin el-Hâris (r.a.) çok yakın akrabaları olan Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe’yi kılıçtan geçirdiler. Hz. Ömer, Bedir savaşında ele geçirilen esirlere yapılacak mu­amele hakkında Hz. Peygamber (a.s.)’e şöyle bir teklifte bulundu: “Bu esirlerin hepsi öldürülsün ve herkes kendi akrabasını öldürsün.” Aynı Be­dir savaşında bir ensar, Hz. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Aziz bin Umeyr’i iple bağlıyordu. Bu olayı gören Mus’ab (r.a.) ensara şöyle dedi: “Arkadaş, onu iyice bağla. Onun annesi çok zengindir. Onun serbest bıra­kılması için annesinin sana iyi bir fidye vereceğinden eminim.” Buna da­yanamayan Ebu Aziz, “kardeşin için böyle mi diyorsun?” deyiverdi. Hz. Mus’ab bin Umeyr kendisine şu cevabı verdi: “Şu anda sen benim karde­şim değilsin, seni esir almakta olan şu ensar benim kardeşimdir.” Aynı sa­vaşta bizzat Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın amcası Hz. Abbas ve da­madı Ebu’l As (Hz. Peygamber (a.s.)’in kızı Hz. Zeyneb’in kocası) da esir düşmüşlerdi. Fakat bunlara da Rasûlullah (a.s.)’ın akrabalarıdır diye imti­yazlı herhangi bir muamele yapılmadı. Bütün esirlere yapılan muamele . kendileri için de revâ görüldü. Böylece bütün dünyaya müslümanların na­sıl olduğu fiilen gösterilmiş oldu. Müslümanların dinlerine ne kadar sami­miyetle bağlı oldukları ve Allah ile Rasûlü için nasıl her şeyi feda edecek­leri anlatılmış oldu.

Deylemî, Hz. Mu’az’ (r.a.)a istinaden Rasûlullah (a.s.)’ın şu duasını nakletmiştir: “Ya Rabbim, hiçbir facir (bazı rivayetlere göre fâsık)in bana ihsan ve lütufta bulunmasına imkân verme, ki kalbimde onun için sevgi doğsun. Rabbim, senin bana nâzil ettiğin vahiyde Allah’a ve kıyamet gü­nüne iman edenlerin, Allah ve Rasûlünün, muhaliflerini sevmedikleri be­yan olunmuştur.”

26.6.8.3. Hiç Kimse İçin İman Feda Edilmez

“Biz, insana ana ve babasına itaat ve ihsan etmeyi vasiyet ettik. Ana­sı onu meşakkat üzere meşakkatle taşıdı. Sütten kesilmesi de iki senedir. ‘Bana ve ana-babana şükret. Nihayet gelinecek yer, benim nezdimdir; (dedik). Eğer onlar senin bilmediğin bir şeyle bana şirk koşmana seni zorlarlarsa onlara itaat etme. Dünyada onlarla iyi geçin.” (Lokman; 14-15)

“Biz insana ebeveynine iyi muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer on­lar bilmediğin bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa onlara itaat et­me.” (Ankebût; 8)

Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebu Davud ve Nesâî’de yer alan hadislere göre Ankebût sûresinin bu ayeti Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.)’ın duru­muyla ilgili olarak inmişti. Rivayete göre Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, İslâmiyeti kabul ettiği zaman 18-19 yaşında bir gençti. Annesi Hamne bint Süfyan bin Ümeyye (Ebu Süfyan’ın yeğeni) oğlunun müslüman oldu­ğunu öğrenince kendisine şöyle bir rest çekti: “Sen Muhammed (a.s.)’i in­kâr edinceye ve onunla ilişkilerini kesinceye kadar ne yiyeceğim, ne içe­ceğim, ne de gölgede oturacağım. Annenin hakkını ödemek Allah’ın emri­dir. Sen dediklerimi dinlemezsen Allah’a da itaatsizlik etmiş olursun.” Bu sözleri dinleyince Hz. Sa’d’ın canı çok sıkıldı ve Rasûlullah (a.s.)’ın huzu­runa çıkıp durumu anlattı. Bunun üzerine söz konusu ayet nazil oldu. Mekke döneminin başlarında müslüman olan diğer gençlerin de aynı du­rumla karşı karşıya gelmiş olma ihtimali vardır.

Yukarıdaki ayette denilmek isteniyor ki, mahluklar arasında İnsanlar üzerine en büyük hak anne ve babalarınındır. Fakat anne ve babaların, ev­latlarını şirke zorlamaları halinde, başkaları şöyle dursun, bunların dahi sözleri dinlenmemelidir. Daha sonraki sözler şöyledir: “Eğer onlar (ana ve babanın ikisi) bilemediğin bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa on­lara itaat etme.” Bu demektir ki, anne ve babanın dışında ya da ikisinden birisinin baskısını reddetmek daha da elzemdir. Bu ayette “bilemediğin bir şeyi” ifadesi de dikkate değerdir. Burada anne ve babanın sözlerinin din­lenmemesi için makul bir delil verilmiştir. Evlatlar gayet tabii ki anne ve babalarına hizmet etmeli, sevgi ve saygı beslemeli ve makul sözlerini din­lemelidirler. Fakat evlatlar bir şeyi biliyorlarsa, bile bile anne babalarının bilgisizliklerinden kaynaklanan şeylere dikkat etmemelidirler. Körü körü­ne taklit, hele Hak diniyle ilgili olarak, hiç tasvip edilemez. Bir oğlan ya da kız sadece anne ve babalarının dini olduğu için batıl bir dini kabul et­memelidir. Eğer evlatlar kendi bilgi ve tecrübeleri sayesinde anne ve ba­balarının dininin batıl olduğunu fark ediyorlarsa derhal bunu terk edip Hak dinini seçmelidirler. Bu konuda kendilerinden gelen her baskıya gö­ğüs gelmelidirler. Din konusunda anne ve babaya bile böyle bir muamele yapılabiliyorsa, demek ki dünyada başka herhangi bir kimsenin baskısına boyun eğilinemez.

“Kâfirler, mü’minlere: ‘Bizim yolumuza tabi olun, sizin günahlarınızı biz yüklenelim’ derler. Halbuki, onlar bunların günahlarından bir şey yüklenecek değiller. Muhakkak onlar yalancılardır. Onlar kendi yüklerini ve azdırdıkları kimselerin yüklerini de beraber yüklenecekler. Ve kıyamet gününde iftira ettikleri şeylerden mes’ul olacaklar.” (Ankebût; 12-13)

Kâfirler diyordu ki; ‘dünyadaki hayattan sonra başka bir hayatın ola­cağı, Mahşer’de herkesin hesap vereceği ve Allah’ın mahkemesinde ya ce­zalandırılacağı ya da ödüllendirileceği yolundaki inanç yanlıştır. Ahiret diye bir şey yoktur ve ceza ile mükâfat da söz konusu olamaz. Fakat Ahi­ret’in varolacağını ve herkesin ameline göre cezalandırılacağını veya ödül­lendirileceğini kabul etsek bile, sizin savunmanızı biz üstleneceğiz ve Al­lah’ın mahkemesinde yapılması gerekeni biz yapacağız.Onun için, siz ta­salanmayın ve yeni dini bırakıp atalarınızın dinine dönün.’ Hadislerden anlaşılıyor ki, Kureyşli kabile reisleri ilk başta İslam dinini kabul eden müslümanları bu şekilde kendilerine geri çekmek isliyorlardı. Nitekim, Hz. Ömer’in bile, müslüman olmasından sonra Ebu Süfyan ve Harb bin Ümeyye bin Halefin benzeri baskı ve telkinlerine muhatap olduğu belir­tilmiştir.

Bu durum karşısında denildi ki; bir kerre, Allah-‘ın mahkemesinde her ne kadar büyük ve itibarlı olursa olsun, bir kişi başkasının suçunu ve­ya cezasını üstlenemez ve suçlu cezasını çekmekten kurtulamaz. Zira ora­da herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır, kimse kimsenin günahını veya sevabını kendi üzerine alamayacak ve kimse kimseye kendi günahını veya sevabını veremeyecektir. Fakat böyle bir şeyin mümkün olduğunu farz etsek bile, öbür dünyada Cehennem’in ateş ve azabını gören bir kişi başkasının günahını üstlenmeye cesaret edemeyecektir. Orada bu korkunç manzarayı gördükten sonra kimse Allah’ın huzuruna çıkıp, “ya Rabbi, bû adam benim telkinim ve tavsiyem üzerine Senin dinini bırakıp atalarımı­zın dinine dönmüş ve günah işlemişti. Onun için onu Cennete ve beni Ce­hennem’e gönder” diyemeyecektir.

26.6.8.4. Kâfirler İçin İstiğfar Yasaktır

“Nebi’ye ve mü’minlere akraba olsa bile onların cehennem, ehli ol­dukları muhakkak meydana çıktıktan sonra müşrikler için istiğfar etmek doğru ve caiz değildir.” (Tevbe; 113)

Bir kişinin affedilmesini istemek; evvela ona sevgi ve yakınlık duy­mak ve ikincisi, onun affedilmeye layık olduğuna inanmak demektir. Bu husus, itaatkâr ve vefakâr olup sadece günahkâr olan bir kişi için doğru­dur. Ama, açıktan asi olan bir kişiye sevgi ve saygıyla bağlı olmak ve onun affedilebileceğine inanmak ilke olarak yanlıştır. Hatta böyle bir dü­şünce taşıyan kişinin de Allah’a ve Rasûlüne itaati ve bağlılığı şüphelidir. Eğer bir kişi sadece akrabalığa önem verip yakınlarının bağışlanmasını is­tiyorsa, demek ki bu kişinin gözünde kan bağları Allah’a ve Rasûlüne ita­atten daha önemlidir. Böyle bir durumda Allah’a ve dinine bağlılıkla ilgili iddialar sadece lafta kalır. Zira Allah’a iman ve itikat söz konusu olunca diğer her türlü düşünce, ard niyet ve münasebetler ikinci dereceye düşer. Allah’a ve Hak dinine itaat ve sadakat söz konusu olunca diğer bütün sev­giler, arkadaşlıklar ve ilişkiler rafa kaldırılmalıdır. Allah ve Hak dininin sevgisi katıksızdır. Allah’ın dostu bizim dostumuz, Allah’ın düşmanı bi­zim düşmanımız olmalıdır. Bu sebeple, Cenab-ı Allah diyor ki müşrikler için af dilenmemelidir. Onlar için mağfiret ve istiğfar yoktur. Allah’a gö­re, müşrikler için istiğfar etmek veya af istemek doğru ve caiz değildir.

Şurada şunu da belirtelim ki, Allah’a itaatsizlik edenlere veya ona is­yan etmiş olanlara sevgi beslenmemesi ve onlara yardım edilmemesi is-tenmişse, bu tamamıyla din açısındandır. İnsancıl ilişkilere gelince bu hu­susta herhangi bir yasak getirilmemiştir; aksine dünyevi meselelerde dini ve imanı ne olursa olsun, bir insana sevgi beslemek, merhamet ve şefkatle muamele etmek, ihtiyaçlarını gidermek ve zor durumda olduğu zaman kendisine her türlü yardımda bulunmak, hayli hayırlı, takdir edilen ve se­vaplı bir iştir. Eş dost ve akraba ister mü’min olsun, ister kâfir, her türlü dünyevi, toplumsal ve insancıl haklara sahiptir. İnsani hakları ne ise yeri­ne getirilecektir. Yardıma muhtaç olan insana yardım edilecektir. Zayıf, çaresiz ve mazlum kişi layık olduğu ilgiyi görecektir. Hasta ve yaralı kişi hak ettiği tedavi ve ilgiyi görecektir. Yetimlere mutlaka şefkat ve merha­metle muamele edilecektir. Bu gibi durumlarda kimin müslüman, kimin kâfir olduğuna zerre kadar önem verilmeyecektir.

26.6.8.5. Kâfir ve Müşriklerle Evlilik ve Veraset Gibi İlişkiler Kurulmamalıdır

“Ne o kadınlar kâfirlere ne de kâfirler o kadınlara helâl değildir.” (Mümtehine; 10)

“Kâfir zevcelerinizi nikâhınız altında tutmayın (onları kâfir nikâhı ile tutmayın)”. (Mümtehine; 10)

Fakat, müslümanların bütün kâfir ve müşrik kadınlarla evlenmeleri yasak değildir. Müslümanlar Ehl-i Kitap kadınlarla nikâhlanabilirler. Mai­de sûresinde, 5. ayette, buna dair bir hüküm vardır. Müslüman kadınlara gelince, kendileri müslümanların dışında başka kimseye helâl değillerdir:

“Müşrik kadınları iman etmedikçe nikahlamayınız. Mü’min bir cari­ye çok beğendiğiniz müşrik kadından daha hayırlıdır, iman etmedikçe müşriklerle evlenmeyiniz. Mü’min bir kâle çok beğendiğiniz müşrik bir erkekten daha hayırlıdır.” (Bakara; 221)

Hz. Usâme bin Zeyd’in bir hadisine göre Rasûlullah (a.s.) şöyle bu­yurdular: “Müslüman, kâfirin vârisi olamaz. Kâfir de müslümanın vârisi olamaz.” (Buhârî, Müslim, Nesâî, Ahmed, Tirmizî, İbni Mace ve Ebu Davud).

26.6.8.6. Kâfirler İki Türlüdür ve Bunlara Farklı Muamele Yapılmalıdır

İslam ümmeti, kâfirlerden tamamıyla uzaklaştırıldıktan sonra mü’min veya müslümanların kâfirleri ikiye ayırmaları ve kendilerine buna göre muamele yapmaları istenmiştir:

“Sizinle din hususunda muharebe etmeyen ve sizi diyarınızdan çıkar­mayanlara iyilik ve ihsan etmekten, onlara adeletle muamele etmekten Allah sizi men’etmez. Allah adalet yapanları sever. Ancak Allah sizi sizin­le din hususunda muharebe eden sizi diyarınızdan çıkaran ve çıkarılma­nıza yardım edenlere dostluk etmenizden men’eder. Onlarla dostluk ku­ranlar zalimlerdir.” (Mümtehine; 8-9)

Başka bir deyimle, müslümanların, kâfirlerin iki grubu arasında ayı­rım yapmaları istenmiştir. Kâfirlerin bir grubu düşman, başka bir grubu dost değilse de tarafsız ve zararsız olabilir. Bu ayetlerde belirtildiği gibi, müslümanlar, kendilerinden zarar gelmeyen kâfirlere iyi davranmalıdırlar. Bu ayetlerin en iyi açıklaması, Hz. Esma binti Ebu Bekr (r.a.) ve kâfir an­nesi arasında geçen vak’adır. Hz. Ebu Bekr’in bir karısı kâfirdi ve müslü­manların Medine’ye hicretinden sonra Mekke’de kalmıştı. Hz. Esma bu kadının batınından doğmuştu. Hudeybiye Anlaşmasından sonra Mekke ile Medine arasında seyahatler serbest bırakılınca, bu hatun da kızıyla görüş­mek üzere Medine’ye geldi ve yanında bazı hediyeler de getirdi. Hz. Esma (r.a.)’nın ifadesine göre kendisi Hz. Peygamber (a.s .)’in yanına gidip, “acaba ben annemle görüşebilir miyim ve ona şefkatli davranabilir mi­yim?” diye sordu. Rasûlullah (a.s.), “elbette, onunla görüşebilir ve ona şefkatli davranabilirsin” dedi. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim). Bu olaydan anlaşılacağı gibi, bir müslümanın, İslâm düşmanı olmadıkları tak­dirde, kâfir olsalar dahi, anne, baba, kardeş ve diğer akrabaları ile görüş­mesi ve onlarla insani münasebetlerini sürdürmesi caizdir. Aynı şekilde zimmi olan fukaraya sadaka vermek de mümkündür. (Ahkâm’ul-Kur’an-lil Cessas, Rak’ul-Me’rani).

26.6.9. İslâm Ümmetinin Gerçek Durumu

Böylece meydana gelen cemaat alelâde manada bir “millet” değildi. Kur’an-ı Kerim ile Hadis-i Şerifin, İslâm ümmetini nasıl tarif ettiği aşağı­da anlatılmıştır:

26.6.9.1. Hizib

Kur’an-ı Kerim’de müslümanlar için kullanılan kelimelerden biri “hizib”tir ki, bütün Kitap’ta iki defa kullanılmıştır. (Bk. Maide; 56 ve Müca­dele; 22). Bu kelime, “parti” ile eş anlamdadır. Yukarıda bahsettiğimiz her iki yerde de müslümanlar, “Hizbullah” (Allah’ın partisinin adamları) ola­rak adlandırılmışlardır. Yani, müslümanlar, kendilerini Allah’a adayanlar­dan oluşan bir partiydi. Milletler ırk ve soy gibi temeller üzerinde kurulu­yor, partiler ise ilke ve ideoloji üzerinde. Bu bakımdan, müslümanlar as­lında bir millet değil bir parti teşkil ediyorlar. Müslümanlar dünyanın di­ğer bütün milletlerinden ayrıdırlar, zira onlar bir ilke ve ideoloji üzerinde bir araya gelmişlerdir. Müslümanlar, aynı ilke ve ideolojiyi paylaşmayan­larla, kan ve maddiyâta dayalı ne kadar yakın ilişki olursa olsun, bir ve beraber olamazlar.

Kur’ân-ı Kerim’e göre yeryüzünde sadece iki parti vardır: Birincisi, Allah’ın partisi (Hizbullah) ikincisi, Şeytan’ın partisi (Hizb-üş-Şeytân). Şeytan’ın partisinde yer alanlar arasında ilke ve ideolojiler konusunda her ne kadar görüş ayrılığı olursa olsun, Kur’an-ı Kerim bunların hepsini bir kefeye koyuyor. Zira, bunların düşünce ve hareket tarzı farklı değildir ve ufak tefek anlaşmazlıklarına rağmen hepsi Şeytan’a itaat etmek ve tabi ol­mak konusunda birleşiyorlar. Kur’an-ı Kerim şöyle der:

“Şeytan onları idaresine almış ve onlara Allah’ı hatırlamayı bile unutturmuştur. Onlar Şeytan’ın fırkasıdırlar. Dikkat edin ki şeytanın fır­kası zarar edenlerin tâ kendileridir.” (Mücadele; 19)

Bunun aksine Allah’ın partisinden olanlar, ırk, vatan, dil ve tarih ile kültür gelenekleri bakımından birbirinden ne kadar farklı olurlarsa olsun­lar, hatla ataları arasında kanlı savaşlar çıkmış olsa bile Allah’ın gösterdiği fikir ve hayat tarzı konusunda ittifak ettikten sonra ilâhî bir bağla bağlan­mış olurlar ve bu partiye girer girmez Şeytan’ın partisiyle ilişkilerini ko­parmış olurlar.

26.6.9.2. Ümmet

Kur’an-ı Kerim’in müslümanlar için kullandığı ikinci kelime “ümmet”tir, ki bundan dört yerde bahsedilmiştir. (Bk. Bakara; 128, 143, Al-i İmrân; 104, 110). Hadis-i şerifte de bu kelime birçok defa kullanılmıştır. Ümmet, birleştirici bir unsur veya etkenin etrafında toplanan kişi veya gruplara denilir. Bir grup arasında ortak olan unsur veya değer ne ise, o grup, o unsur veya değer nispetinde “ümmet” olarak çağırılır. Meselâ, bel­li bir zamana ait bir grup insana “ümmet” denilebilir. Belli bir ırk veya memlekete mensup kişiler de “ümmet” teşkil edebilirler. Fakat müslüman­lar arasında ortak olan unsur veya değer ne ırk, ne vatan, ne de iktisadi ve içtimai menfaat ve hedeflerdir. Aksine, hayatlarının tek gayesi, partileri­nin ilke ve felsefeleri doğrultusunda çalışmaktır. Nitekim Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle buyurulmuştur:

“Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirir ve Allah’a iman edersiniz.” (Al-i İmrân; 110)

“Böylece siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasûl de sizin üze­rinize şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara; 143)

Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, “müslüman” aslında uluslararası bir par­tinin adıdır. Müslümanlar seçkin insanlardır. Müslümanlar belli bir ilke, tüzük, program ve felsefeyi gerçekleştirmek amacıyla bu partiye üye ola­rak seçilmişlerdir. Hayatlarının amacı parti programını gerçekleştirmektir. Bu partiye mensup olanlar dünyanın her yerinden ve her milletinden seçil­dikleri ve böylece bütün diğer milletlerle ilişkileri koparıldıkları için bir “vasat” (orta) millet ve ümmettirler. Fakat her milletle ilişkileri koparıldıktan sonra müslümanlar bu milletler ile başka türlü bir ilişkiye girmiş­lerdir. Müslümanlar artık onların bekçisi, muhafızı, jandarması ve müfet­tişidirler. “Siz İnsanlar üzerine şahitler olasınız” deyimi gösteriyor ki, müslümanlar dünyaya Allah’ın vekili, naibi ve temsilcisi olarak tayin olunmuşlardır; ki, onların doğru yolda olup olmadıklarını kontrol etsin ve Allah’a bilgi versinler. “Siz İnsanlar arasından çıkarılmış bir ümmetsiniz” deyimi de müslümanların vazife ve faaliyetlerinin çok geniş çaplı ve ulus­lararası nitelikte olduğunu göstermektedir. Müslümanların vazifesi, “Hiz­bullah” (Allah’ın partisinin)’ın lideri Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya Al­lah tarafından vahyolunan fikir ve hayat nizamını, bütün zihinsel, ahlâkî ve maddi güçler kullanılmak suretiyle dünyada tesis etmek ve bunların karşısındaki diğer bütün fikir ve hayat nizamlarını reddetmektir. Kısacası, müslümanlar, Allah’ın dinini tam olarak dünyaya yerleştirmek amacıyla bir ümmet haline getirilmişlerdir.

26.6.9.3. Cemaat

Müslümanların toplumsal durumunu belirlemek amacıyla kullanılan üçüncü kelime “cemaat”tır, ki Hazreti Peygamber (a.s.)’in hadislerinde bu­na sık sık rastlanmaktadır. Bu da “hizip” gibi fırka veya parti anlamına ge­len bir kelimedir. Hadislerde “Aleyhum bil-cemaati” veya “yedullahi alel-Cemaati” gibi deyimler çok kullanılmıştır. Bu hadislere baktığımızda Rasûlullah (a.s.)’ın, “kavim”, “şa’b”, “millet”, “halk” veya bunlara benzer ke­limeleri kullanmaktan özellikle kaçındığına ve onların yerine “cemaat” ıstılahını kullandığına şâhit oluruz. Rasûlullah (a.s.) hiçbir zaman “her za­man milletle beraber olun” veya “millet üzerine Allah’ın eli vardır” deme­miştir. Aksine, her zaman bu gibi durumlarda “cemaat” kelimesini kullan­mıştır. Bu demektir ki, müslümaların toplumsal durumunu belirtmek ga­yesiyle “millet” yerine “ümmet”, “cemaat” ve “hizib” gibi kelimeler uy­gun görülmüş ve tercih edilmiştir. Dikkat edilirse, “millet” kelimesine gö­re, bir şahıs hangi fikri taşıyor ve hangi hayat nizamına inanıyorsa inansın içinde doğduğu, yetiştiği, adım taşıdığı, hayat tarzını benimsediği ve sosyal ilişkilerini sürdürdüğü, milletin bir üyesi olarak kalabiliyor. Fakat üm­met, cemaat, hizib veya partide asıl önemli olan şey ilke, tüzük felsefe ve amaçtır. Bir şahıs bir parti veya ümmete ancak o parti ve ümmetin ilke, inanç ve programını benimsedikten ve onları gerçekleştirmeye söz verdik­ten sonra girebilir.

26.6.10. Millî ve Evrensel Ümmet Arasındaki Fark

Partilerden partilere fark vardır. Bir parti vardır ki, belli bir memle­kette ve millette kurulmuştur ve orada faaliyet göstermektedir. Belli şart­lar altında kurulan bir parti o şartlara göre tüzüğünü ve programını hazır­lar. Bu, hepimizin bildiği geleneksel bir siyasi partidir. Bünyesi milli ve çalışmaları mahduttur. Bu parti belli bir memleket ve milletin ayrılmaz bir parçası haline gelir.

Ama başka bir parti vardır ki evrensel ve uluslararası bir program ve amaç için ortaya çıkar ve bünyesinde uluslararası çaptaki insanları toplar ve faaliyete geçirir. Bu parti veya başka bir deyimle ümmet; ırk, dil, renk ve kültürlerin üstüne çıkarak yüce bir amaç ve hedefe varmak için çalışır. Bu ümmet, insan hayatının tümüne başka bir renk, başka bir yapı kazan­dırmak ister. Bu cemaat, akide ve inançlardan ahlâk kurallarına ve birey­sel davranışlardan toplumsal düzenin bütün ayrıntılarına kadar her şeyi başka bir kalıba sokmak amacında olur. Bir parti veya hizib olmasına rağ­men bunun belli bir millet, memleket veya devletin bir parçası olmasına imkân yoktur. Bu parti, her türlü kısır milliyetçi fikir ve hislerden uzaktır. Bunun başlıca gayesi zaten her türlü sun’i duvarları yıkıp insanları birleş­tirmek ve aynı platforma getirmektir. Amacı ve hedefi milletleri ve milli­yetçi felsefeleri yıkmak olan bir parti veya cemaat dil, renk, vatan ve gele­neklerin esiri olabilir mi? Bu cemaat ve ümmet, ırksal ve geleneksel milli­yet yerine akılcı (rasyonel) bir milliyet meydana getirir. Bu ümmet, yer­yüzündeki bütün nüfusu fikri ve kültürel birlik temeli üzerinde bir daire­nin içine almaya kabil bir milliyettir. Fakat bu anlamda bir milliyet olma­sına rağmen temelde bir cemaat olarak kalır. Zira bir insanın bunun içinde bulunması veya buna üye olması tesadüfe bağlı değil, ilke ve amaçlarım bilinçli olarak kabul etmesine bağlıdır.

Müslüman işte bu ikinci tür parti, cemaat veya ümmetin adıdır. Bu, herhangi bir memlekette veya millette kurulan alelâde partilerden biri de­ğildir, aksine, geniş kapsamlı, evrensel ve kalıcı bir kültür ve medeniyet meydana getirmek amacıyla kurulmuştur. Amacı ve hedefi bir uluslararası veya evrensel milliyeti meydana getirmektir. Müslümanlara, dünyanın ırksal ve geleneksel milliyetlerinden ayrı olarak kendi hayat görüşleri ve toplumsal felsefesi istikametinde bir medeniyet inşa etmek istedikleri için elbette bir millet denilebilir. Fakat bu anlamda bir millet olmalarına rağ­men, temelde bir cemaat veya ümmettirler. Zira bu cemaat kendi ilke ve amacını benimsemedikçe kimse, tesadüfen kendi içinde doğduğu gerekçe­siyle üye olarak kabul etmez.

Sözün kısası, müslümanların milliyeti aslında bir cemaat veya parti olarak ayakta durmalarına bağlıdır, müslümanların partisel durumu, onla­rın kökünü oluştururken, milli statüleri de bunun dış belirtisidir. Onun için, müslümanların partisel durumunu ortadan kaldırıp sadece “milli” sta­tülerini korumaya çalışırsak, onların çöküşü ve yok oluşu için zemin hazır­lamışız demektir. Bunun ötesinde, böyle bir şey, müslümanların kendi varlıklarını inkâr etmeleri anlamına gelir.

Rasûlullah (a.s.)’ın önderliğinde İslâm ümmetinin bu ayrı teşkilâtlan­ması, kalıcı ve daimi bir toplum olarak kuruluşu ve müslüman olmayan toplumdan kesin ayrılışı bir anda değil birkaç yıllık çaba ve çalışmaların sonunda mümkün olabilmişti; ama İslâmi davet öylesine değişik ve muaz­zam bir şekilde başlamıştı ki, işin başında bu hareketin ne yöne gideceği ve ne gibi sonuçlar vereceği sezilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, eski Ca­hiliyyeyi, çağdışı gelenek ve görenekleri ve milliyet fikrini aynen koru­mak isteyenler İslâmî davetin bu çalışmaları ve başarıları üzerine çileden çıktılar ve telaşlanarak yavaş yavaş dünya sahnesinde yerini almaya çalı­şan yeni ümmeti boğmak ve yok etmek için ellerinden gelen çabayı harca­dılar, ama nafile.

26.7. PEYGAMBER İLE PEYGAMBER OLMAYANIN ÇALIŞMALARI ARASINDAKİ FARK

Bahsimizi bitirirken, şimdiye kadar söylenenlere şöyle bir bakmamız sanırız yerinde olacaktır. Zira buraya kadar gelindikten sonra bir peygam­ber ile peygamber olmayanın metod ve çalışmaları arasındaki farkı iyice anlamamız gerekiyor.

Rasûlullah (a.s.) Arabistan’da İslâmi daveti yaymakla görevlendirildi­ği zaman gerek dünyada, gerekse kendi ülkesinde sayısız çözüm bekleyen ahlâki, medeni, kültürel, siyasi ve dini meseleler vardı. Bizans ile İran gi­bi İmparatorluklar da zalim yöntem ve idareleriyle her tarafa hâkimdiler. Irksal ve sınıfsal kavga ve çekişmeler had safhaya varmıştı. Kuvvetliler zayıfları eziyor ve sömürüyordu. Her türlü ekonomik sömürü yaygındı. En yüz kızartıcı ahlâki bozukluklar almış yürümüştü. Hatta ibadet yerleri bile birer fuhuş yuvası olup çıkmıştı. Bütün bu ülkelerde Arapların duru­mu belki de en yürekler açışıydı. Aynı topraklarda yaşayan ve aynı dili konuşanlar bile pek çok ırksal ve sosyal bağlara rağmen sayısız kabile ve zümrelere bölünmüştü. Bir “Arap milleti” kavramı hemen hemen yoktu. Adamlar, kabileleri millet olarak biliyor ve tanıyorlardı. Bütün ülkede hu­zursuzluk, başıbozukluk, anarşi, kavga, kanunsuzluk, ahlâksızlık, baskı ve zulüm, açlık, cehâlet, hastalık kol geziyordu. Yabancı güçler, Arapların bu zaafından yararlanarak Arabistan’ın büyük bir bölümünü işgal etmiş ve parsellemişlerdi. Kuzeyde Hicaz sınırına kadar Bizanslılar yayılmıştı. Bi­zans İmparatorluğu, Arabistan’a para ve misyonerler sızdırmak suretiyle etkinliğini arttırma çabasında idi. Batı kıyısının tam karşısında bulunan Habeşistan Krallığı uzun süreden beri Yemen’e göz dikmiş ve buraya bir dizi saldırılar düzenlemişti. Hatta bir defasında Habeş ordusu Mekke’ye kadar yürümüştü. İran daha önce Arabistan’ın doğu kıyısı ile iç bölgeleri­ne kadar uzanan bölgeyi hakimiyeti altına almıştı ve daha sonra Yemen’i de ele geçirmeye muvaffak oldu. Bizzat Hicaz’ın iç kısımlarında en ve­rimli topraklar Yahudilerin eline geçmişti. Yahudiler asırlardan beri Ara­bistan’ın en güzel ve bereketli topraklarına yerleşmiş ve faiz politikası ve ticaretiyle Arapları kendilerine bağlamışlardı.

Böyle bir durumda alelâde reformcu bir lider doğsaydı, ya cahil ve batıl itikatları, ahlâki bozuklukları ve kısır çekişmeler ile iç savaşları orta­dan kaldırmaya ya da fakir-zengin meselesini ortaya atıp fakirlik ve açlığı gidermek için fakirleri zenginlerle çarpıştırmak yolunu tercih ederdi. Eğer lider bir politikacı olsaydı, Arapları, kendilerine boş vaadlerde bulunarak etrafında toplamaya ve menfaatini kazanmaya çalışırdı. Böyle bir siyasi lider Araplara derdi ki, ben sizi güçlü bir millet haline getireceğim, ya­bancı hâkim ve sömürücüleri kovacağım. Arabistan’ı büyük bir devlet ya­pacağım, ticaret ile sanayiyi geliştireceğim, ekonomik sorunları çözümle­yeceğim ülkeden cehalet, açlık ve kıtlığı kovacağım, büyük bir ordu ku­rup yeni topraklar ve servetler kazanmak için etraftaki ülkelere saldıraca­ğım vs. tabii ki, bütün bu plânın içinde adalet, hak, hukuk ve ahlâk kural­larına rastlanmazdı. Böyle bir lider, plânını gerçekleştirmek için her türlü hile, desise ve entrikaya başvurur, başkalarının haklarını yemekten ve kan dökmekten çekinmezdi. Ayrıca ister reformcu, ister politikacı olsun, her iki liderin politikasının ve programının esası da “milliyetçi” olacaktı. Yani Arap liderler ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, kabile fanatizmini bırakıp Arap milliyetçiliğine ve fanatizmine kadar varabilirlerdi. Başka ülkeler veya milletlere kadar uzanabilmiş olsalardı, onlara ancak Arap milliyetçi­liği menfaati açısından bakabilirlerdi, evrensel veya insancıl boyutlara varmaları mümkün olmazdı.

26.7.1. İslâmî Hareket’in Kendine Mahsus Metodu

Şimdi biraz da Allah tarafından Arapların ve diğer milletlerin ıslâhı için dünyaya gönderilen Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in metodu ve çalışmalarına bir göz atalım. Şartlar ve meseleler yukarıda anlattığımız gibiydi ve bun­ların hepsi kendi başına önemli çözümlenmesi gereken meselelerdi. Haz­reti Peygamber efendimiz (a.s.)’de bu meselelere gereken önemi vermeyi ihmal etmedi. Kendisine fırsat ve imkânlar geçince bunları tek tek hallet­mekle kalmadı, ayrıca peygamber olmayan hiçbir reformcu veya politika­cının tasavvur edemeyeceği bir inkılâbı meydana getirdi. Fakat davet ve ıslâh çalışmalarının başında bu meseleleri tamamıyla bir yana bırakıp, bü­tün dikkatini insan hayatının tüm meselelerini çözecek bir anahtar duru­munda olan temel bir noktaya çevirdi. Amacı ve hedefi bütün insanlığın ıslâhıydı. Gerçi Hz. Peygamber (a.s.) kendisi bir kabilenin ferdi, bir şehrin ahâlisi ve bir memleketin tebaasıydı. Fakat, İslâmî Hareket’in ilk günün­den beri dikkatleri bir kabileye, bir millet, bir memlekete veya bir zümre­ye değil, bütün insanlara çevriliydi. Rasûlullah (a.s.)’ın bütün meseleleri bir yana bırakıp bütün dikkatlerini üzerinde topladığı hususlar şunlardı:

1. İnsanlar Tevhid’e inansınlar. Bütün tanrı ve ilâhların kulluğunu bı­rakıp tek Allah’a itaat etsinler.

2. Hz. Muhammed (a.s.)’i Allah’ın Rasûlü olarak tanısınlar, onun teb­liğ, telkin, talimat, söz ve fiillerine uysunlar. Getirdiği kanun ve kuralları benimsesinler. Rasûl’e iman etmekten Muhammed bin Abdullah bile müs­tesna değildi.

3. İnsanlar, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın kelâmı olarak kabul etsinler ve Kur’an’ın emir ve talimatını her zaman için geçerli saysınlar.

4. Ahiret’e inansınlar ve öldükten sonra Allah’ın huzuruna çıkıp amel­lerinin hesabını vereceklerini düşünerek dünyada iyi ve hayırlı işler yapıp, kötülüklerden kaçınsınlar.

5. Allah ve Rasûlullah (a.s.) ile Kitab’ın öngördüğü değişmez ahlâk

kurallarına uysunlar.

6. Bu dâveti kabul eden İnsanlar bir ümmet teşkil etsinler. Bu ümmet, bu dâveti daha da yaygınlaştıran! ve dünyada galip kılmak için canla başla çalışsın. Ayrıca bu ümmetin fertleri, aralarında tam bir birlik, beraberlik ve dayanışma içinde olup müstakil ve daimi bir toplum ve topluluk mey­dana getirsinler. Öyle bir toplum ve topluluk ki, küfür ve kâfirlerle olan bütün sevgi, akrabalık, dostluk ve sosyal ilişkilerini koparsın.

26.7.2. Bu Metod ve Çalışmanın Önemi

İlk bakışta bütün sorunları bir kenara itip sadece bu köklü değişim çalışmasına bütün ağırlığı vermenin ilk sebebi, bunun değişmez bir ger­çek oluşuydu. Rasûlullah (a.s.)’ın asıl vazifesi de bu gerçeği insanlara anlatmasıydı. Bu metodu kullanmanın ikinci sebebi, İslâmi Hareket açısın­dan, insanın ahlâki ve medeni yaşantısında var olan veya ortaya çıkan bütün bozukluk ve yozlaşmanın asıl sorumlusunun bizzat insanın olmasıy­dı. İnsanın kendisini bağımsız ve sorumsuz sayarak kendini ilâh ilân et­mesi veya Alemlerin Rabbi’nden başka birinin tanrısal hak ve yetkilere sahip olduğuna inanmasıydı. Temelde bu yanlış düşünce var olduğu süre­ce İslâm nazariyesi açısından bireysel kötülük ve bozuklukların yüzeysel biçimde düzeltilmesi, toplumsal bozuklukları gideremezdi. Hastalığın as­lı teşhis edilmediği veya tedavi edilmediği için bunun şu veya bu vesi­le ile ve daha da vahim bir şekilde sık sık ortaya çıkması pek muhtemel­di. O halde, ıslâh çalışmalarına başlarken insanların kafalarından başıboş­luk, sorumsuzluk ve egemenlik fikri çıkarılmalıydı. İnsanlara, yaşamakla oldukları dünyanın sahipsiz olmadığı, bunun kuvvetli ve kudretli bir hâkimi bulunduğu ve insanların O’nun doğuştan tebaaları olduğu anlatıl­malıydı. Bu hakimin hakimiyet ve saltanatının, insanların tanımasına veya desteğine muhtaç olmayıp ortadan kaldırılmasının mümkün olmadığı O’nun saltanatının dışına insan dahil, hiçbir canlının çıkamayacağı, bu kalıcı ve değişmez gerçek ortada dururken, insanların kendilerini bağım­sız, sorumsuz ve muktedir sanmalarının doğru olmayacağı ve bunun neti­cesine katlanmaları gerektiği açıklanmalıydı. Bu durumda insanların, Al­lah’ın iyi ve dürüst kullan olmalarından başka çareleri bulunmadığı belir­tilmeliydi.

Bunun yanı sıra, bütün kâinatta bir tek hükümdar ve Hakim-i Mut­lak’ın bulunduğu, başka kimsenin iktidara, idare etme ve emir hakkına sa­hip olmadığı, bu yüzden, insanların sadece bu Hükümdâr’a tabi olması ve önünde eğilmesi gerektiği açıklanmalıydı. Dünyada gerçek anlamda Ma­jesteleri, Devletli, Haşmetli, Devletmeab, Haşmetmeab, Zât-ı Ali Hazret­leri, Lord Hazretleri, Kral Hazretleri, Padişah Hazretleri, Şehinşâh, Beylerbeyi. Sadrazam Hazretleri, Şövalye, Vali ve Hâkim vs. gibi mevki ve unvanların bulunmadığı, bunların tek sahibinin Alemlerin Rabbi olacağı, kimsede iktidar ve kuvvet kaynaklarının bulunmadığı, kimsenin kimseye üstün olmadığı, yerle gök arasında olan her canlının, Alemlerin Rabbinin kulları olduğu, Rabb ve Mevlâ’nın tek bir Allah olduğu ve bu bakımdan insanların kendi hemcinslerine her türlü itaat, bağlılık ve kölelikten vaz­geçip tek Allah’a tabi ve bağlı olmaları gerektiği açıklanmalıydı.

İşte bu fikir ve felsefe, bütün ıslâhatın temeliydi ve bu temel üzerine bireysel karakter ve toplumsal düzenin tümü inşa edilebilirdi. Bu temel üzerinde yapılan bina her bakımdan değişik ve yeni olacaktı. Ve Hz. Adem’den başlayarak kıyamete kadar insan hayatıyla ilgili doğacak bütün meseleler bu temele dayanarak halledileceklerdi.

26.7.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Davet Şekli

Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işte bu temele dayalı davet ve ıslâh çalışmalarına önceden herhangi bir hazırlığı ve ön çalışması olmaksızın başladı ve bu noktaya gelmek için herhangi bir oyalama ve gecikme takti­ğine ya da hileye ve bahaneye başvurmadı. Günümüzde reformcular için moda olduğu üzere, halkı kendine çekmek için, siyasi veya sosyal alanda herhangi bir hayır ve refah işi yapmadı. Önceden zemin hazırlayarak ve halk arasında etkinlik sağlayarak bir takım hak ve yetkiler kazanmaya ça­lışmadı. Bu yetkileri arttırarak iktidarı ele geçirmedi ve halkı düşündüğü ve plânladığı noktaya zorla getirmek için herhangi bir çaba harcamadı. Rasûlullah (a.s.) bu safhalardan geçmedi ve tebliğ ve dâvetini yaymak için hiçbir maddi, siyasi ve sosyal desteği elde etmeye çalışmadı. Aksine birden bire ve sade bir şekilde herkese “Lâilahe illallah” demeye başladı. Söylediği ilk söz Tevhid ile ilgiliydi. Bundan daha küçük bir şeye razı de­ğildi. Tevhid’i ilk fırsatta ilân etmesinin sebebi, sadece cür’et ve cesareti değildi. Bunu, tebliğin ilk heyecanıyla da yapmıyordu. Rasûlullah (a.s.) aslında yapması gerekeni yapıyordu. Aslında, İslâmî davet ve Hareket’in metodu ve çalışma tarzı buydu. Bunun dışında başvurulan metodlarla elde edilen nüfuz ve iktidar, İslam’da ıslâh çalışmaları için yararlı olmazdı. “Lâilâhe illallah”tan başka bir temel üzerinde birleşenler böylesine köklü ve temelden değişik olan bir tebliğ ve ıslâh çalışmasında faydalı olamaz­lardı. Bu işten yararlı ve başarılı olabilmek için ancak “Lâilahe illallah” çağrısı üzerine koşup gelenlerin el ele vermeleri gerekmektedir. “Lâilahe illallah”ın cazibesine kapılmayan, bunun anlamını bilmeyen, bunu hayatlarında amaç edinmeyen kimseler tebliğ ve ıslâh çalışmalarında zerre ka­dar faydalı olamazlar ve dolayısıyla, İslâmî Hareket de yürümez. Kısaca­sı, İslâmî Hareket’in yürümesi ve başarılı olabilmesi için akıllı metoda ve yollara başvurmak gerekiyor.Bu metod da, hiçbir hazırlık ve ön çalışma olmaksızın insanları Tevhid’e yani Allah’ın tek oluşuna davet etmek ve onlara bu kavramı iyice yerleştirmektir.

26.7.3.1. Tevhid Kavramının Geniş Anlamı ve Önemi

Tevhid kavramı sadece dini bir akide ve inanç değildir. Tevhid kav­ramıyla insanın tanrısallığı egemenliği, bağımsızlığı ve sorumsuzluğu üzerinde kurulan bireysel ve toplumsal hayat düzeni tamamıyla ortadan kalkıyor ve yeni bir temel üzerine yepyeni bir bina inşa olunuyor. Bugün müslüman ülkelerde müezzinin beş vakit tekrarladığı “Eşhedü en-lâ ilahe illallah” sözleri bir kulaktan girip başka bir kulaktan çıkıyor ve kimse en ufak bir canlılık göstermiyor. Zira, ne bu sözleri söyleyen söylediklerini biliyor, ne de bunları dinleyenler bunların gerçek anlamını anlayabiliyor­lar. Fakat emin olun, bu sade sözlerin, dünyada varolan bütün batıl nizam­ları yıkıp yerlerine Hak ve hukuka dayalı bir nizam kurma azim ve taah­hüdünü ifade etliklerini anladıktan sona, müslümanlar böyle susup durma­yacaklardır. Siz başkalarıyla kavga etmez ve savaşa girmezseniz de, dün­ya sizinle savaşmaya gelecektir. Tevhid sözlerini ağzınızdan çıkardığınız ân zannedeceksiniz ki bütün cihan size düşman olmuştur ve sizin için her tarafta tehlike, tuzak, yılan, akrep ve diğer vahşi hayvanlar vardır.

26.7.3.2. Bu Metodun Başaralı Olmasının Sebepleri

Nitekim, aynı durum, Rasûlullah (a.s.)’ın Hak dinini yaymaya çalıştı­ğı zaman ortaya çıktı. Hak davetini insanlara ulaştıran, bu daveti bilerek yapmıştı ve onu dinleyenler de kendilerini neye davet ettiğini anlıyorlardı. Bu sebeple, bu davet kime nasıl ulaştıysa, o şekilde Hak sesini durdurma­ya çalıştı. Bu daveti duyunca rahipler, kâhinler ve din adamları kendi dini menfaatlerinin tehlikede olduğunu anladılar. Bu bir tek ses üzerine zen­ginler zenginliklerinin, kabile reisleri iktidarlarının, soytarılar soytarılıkla­rının, ırkçılar ırk üstünlüğü kavramlarını, gelenek ve göreneklere bağlı olanlar gelenek ve göreneklerinin, aşırı milliyetçiler milliyetçilik fikirleri­nin ve atalarını körü körüne taklit edenler ata miraslarının, kısacası her putperest kendi putunun tehlikeye girdiğini anladı. Böylece, “bütün küfür tek bir millettir” sözlerini doğrular gibi, birbirini yemekte olan bütün çıkar grupları yeni harekete karşı birleştiler. Bu şartlar altında ancak niyetleri temiz ve zihinleri açık olanlar Hz. Muhammed (a.s.)’e yöneldiler. Hakikati anlayacak ve kabul edecek kabiliyete sahip olanlar İslâm’a koştular. Bir şeyin doğru olduğunu bildikten sonra bunun için ateşe atılmaya ve ölmeye hazır olanlar, İslâm camiasına katıldılar. Gerçekten de İslâmi Hareket’in bu gibi inançlı, fedakâr ve cesur kimselere ihtiyacı vardı. Bu inançlı ve fedakâr İnsanlar birer ikişer, üçer dörder, İslâmi cemaate gelmeye başladı­lar. Müslümanlara ilhak büyüdükçe, küfür ile İslâm arasındaki kavga ve çekişme de büyüdü. Müslümanların bazısı işlerinden kovuldular, bazıları ev ve barklarını terk etmek zorunda kaldılar, bazıları dost, ahbap ve akra­balarından oldular, bazıları zindana atıldılar, bazıları sıcak kumlar üzerin­de saatlerce kızgın güneş altında yatırıldılar, bazıları çarşı ve pazarda taşa tutulup hakarete uğradılar, bazılarının gözü kör edildi, bazılarının başı ya­rıldı ve bazıları da kadın, para, toprak ve iktidar karşılığında satın alınmak istendi. Bütün bunlar oldu ve olması da bekleniyordu. Zira, hangi büyük gaye ve hedefler için İslâmi Hareket başlamışsa bunun fedailerine o kadar büyük muhalefet gösterilecek, baskı ve zulüm yapılacaktı. Zaten böyle bir şey olmasaydı, İslâmi Hareket ne sağlam temellere oturur ne de ilerleyebi­lirdi.

26.7.3.3. Ehil ve Faydalı Kişilerin Seçimi ve Eğitimi

Bu kararlı ve titiz çalışmanın neticesinde, gayet tabi ki kalitesiz, za­yıf karakterli ve şahsiyetsiz kişiler, İslâmi Hareket’e yönelmeye cesaret edemezlerdi. Bu harekele ilk dönemde kim katıldıysa, kafa, ruh ve beden bakımından milletinin cevheriydi. Emekleme devresinde İslâm’ın zaten bu kalitede insanlara ihtiyacı vardı. İşe yarayacak insanları seçmek için bun­dan daha iyi bir sınav olamazdı. Kim gelecekse bu sınavdan geçerek ve yangını atlayarak gelecekti. Kelleyi koltuğa alıp yüce gaye ve hedef için her şeyini feda etmeye hazır olanlar yeni harekete katılmalıydı. İslâmi ca­miaya girenlerin hepsi herhangi bir şahsi, ailevi veya milli amaçlar ve çı­karlar için baskı ve zulme uğramadılar. Ne çektilerse Hak ve doğruluk, için Allah ve onun rızası için çektiler. Dövüldülerse bu amaç için, aç kal­dılarsa bu gaye için. Kısacası bu uğurda her şeylerini feda ettiler. Bunun tabii sonucu olarak istenilen ve ihtiyaç duyulan gerçek bir İslâmi zihniyet ortaya çıktı. Mü’minler sağlam ve güvenilir karaktere sahip oldular. Al­lah’ı tanıma, sevme, sayma ve O’na tapmaları daha bir içtenlik kazandı. Her taraftan tehlike, tehdit ve zorluklarla çevrili oldukları için gerçek İslâmi vasıflara sahip oldular. Deneyimler göstermiştir ki, bir kişi belli bir amaç için ve zor bir işi başarmak gayesiyle çalışmaya başlarken geçtiği gayret, mücadele, tehdit, tehlike, zorluk, güçlükler, baskı, zulüm, eziyet, işkence, açlık ve sürgün gibi muhtelif safhaları daha bir şuur, inanç ve ka­rarlılıkla aklında tutuyor ve bu sebeple gayesine daha kuvvetlice sarılmış oluyor. Müslümanların bu çetin safhalardan kolaylıkla geçmelerinde yardımcı olmak üzere Cenab-ı Allah bazı kaide ve kurallar gönderdi. Nite­kim kendilerine ilk farz olunan şey namazdı. Namaz kalblerini temizleye­cek, görünüşlerindeki bulanıklığı giderecek ve amaçlarına daha sıkı bir. şekilde bağlanmalarını sağlayacaktı. Namaz sayesinde müslümanlar en büyük hâkim olarak kabul ettikleri Allah’ın adını sık sık anacaklardı; böy­lece kendisine olan iman ve itimatlarını tazeleyeceklerdi. Namazda Al­lah’ın emirlerine itaat edeceklerini defalarca söyleyecek, bilinen ve bilin­meyen her şeyden Allah’ın haberdar olduğuna inanacak, O’nun kıyamet gününün tek Hâkimi olduğunu ikrar edecek, bütün kulların O’na ibadet et­tiğini tekrarlayacak ve O’ndan başka kimseye itaat etmeyeceğine söz ve­receklerdi.

26.7.3.4. İslâmî Davet’in Yayılmasının Sebepleri

Bir yandan İslâm Cemaatine girenlerin eğitimi böyle yapılıyordu. Di­ğer yandan da kâfirlerin şiddetli muhalefeti İslâmi Davet’in daha da yayıl­masına sebep oluyordu. Bu aslında çok ilginç ve tuhaf bir ikilemdi. Yani, müslümanların her türlü baskı, zulüm ve işkencelerine rağmen Hak yolun­dan zerre kadar sapmamaları, bir yandan kâfirleri sinirlendirerek daha çok şiddete ve vahşete başvurmalarını sağlarken, bir yandan da bazı kâfirlerin meraklanıp İslâmiyet’i öğrenmelerine ve bilahare İslâmiyet’i kabul etmele­rine sebep oluyordu. Müslümanların dövülüp, hapsedilip, eziyet edildik­ten ve sürgün edildikten sonra bile iman ve inançlarının zayıflamadığını görenler bunların neden bu kadar zahmete ve eziyete katlandıklarını me­rak etmeye başlıyorlardı. Bu meraklılar, müslümanların bütün bu eziyetle­ri kadın, para, toprak veya başka herhangi bir maddi menfaat için çekme­diklerini, kişisel herhangi menfaatlerinin bulunmadığını, bu insanların sa­dece bir hakikat için kendilerini feda etmekte olduklarını görünce o haki­kati öğrenmeye çalışıyorlardı. Bu hakikatin “lâilâhe illallah” olduğunu ve bununla hayatta büyük bir değişiklik ve yenilik meydana geldiğini anla­yınca gözleri de açılmış oluyordu; kalbleri üzerindeki perde aralanıyordu ve gerçeği bütün çıplaklığıyla görebiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki bir avuç menfaatçi kişinin dışında, ata yadigârı törelere bağlı kalmak, kişisel ve sınıfsal itibarlarını korumak ve maddi menfaatlerini sürdürmek gibi düşüncelerden kendilerini kurtarabilen Araplar er geç kitleler halinde İslâmiyet’i kabul ettiler ve birkaç yılda İslâm bayrağı bütün Arabistan üzerin­de dalgalanmaya başladı.

26.7.3.5. Hz. Peygamber (a.s.)’in Siretinin Muazzam Tesiri

İslâmi Hareket’in başarıya ulaşmasında en büyük etkenlerden biri de hareketin başı olan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın örnek kişiliği ve karakteriydi. Hz. Muhammed (a.s.) söz ve fiilleri ile başlattığı hareketin canlı bir yorumcusu ve örneğiydi. Her sözünde, her fiil ve hareketinde İs­lâm’ın gerçek ruhu vardı ve kendisini gören ve dinleyen İslâm’ın ne oldu­ğunu derhal anlayabiliyordu.

Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi Hz. Hatice (r.a.) Hicaz’ın en zengin kadınlarından biriydi ve kendisi onun mallarını satıyor ve sermayesiyle ti­caret yapıyordu. İslâmi daveti başlayınca hayli iyi giden bu ticaret işi ta­mamıyla yok oluverdi. Hz. Peygamber (a.s.) kendisini davasına adadığı ve bütün zamanını buna harcadığı için bu ticareti yürütmenin imkânı yok­tu. Ayrıca yeni davet yüzünden bütün Arabistan kendisine düşman kesil­mişti. Mallarını kime satabilirdi ve kimlerle alış veriş edebilirdi? Eskiden kalma ve biriktirmiş oldukları ne varsa hepsini bu cefakâr karı-koca yeni hareket için ve Allah yolunda harcadılar. Ve karı-koca öylesine fakirleştiler ki, peygamberliğe tâyininin 10. yılında Rasûlullah (a.s.) tebliğ için Taife gittiğinde binecek bir katırı bile yoktu.

İslâmi Hareketi başlattığı için Hz. Peygamber (a.s.) her türlü hakarete ve eziyete uğradı, her türlü tehdidle karşı karşıya kaldı, hatta öldürülmesi için bile plân hazırlandı. Ama bunlardan hiçbiri kendisini Hak yolundan ayıramayınca kendisine her türlü dünya nimeti peşkeş çekildi. Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’e kuvvet ve iktidar vaadettiler. Onu hükümdar ola­rak kabul etmeye hazır olduklarını söylediler. Arabistan’ın en güzel kadı­nını onun nikâhına vereceklerini ifade ettiler. İsterse, mal ve mülk, para ve pul vereceklerini belirttiler. Fakat insanlığın felahı ve refahı için dün­yaya gelen bu peygamber, bütün bu teklifleri reddetti ve Hak uğruna kü­für ve taşlara hedef olmayı tercih etti.

Kureyşli ve diğer Arap kabile reisleri, “Muhammed, biz sana nasıl gelelim, senin dinini nasıl kabul edelim? Senin etrafında hep fakir fukara­lar bulunuyor. Bunlar, fakir, miskin, müflis, köle ve (hâşâ) şerefsiz insan­lardır. Toplumumuzun en aşağı tabakasına mensup olanları baş tacı etmiş­sin. Soyları sopları yoktur, paraları pulları yoktur. Onlarla biz nasıl bir olabiliriz. Onları kendinden uzaklaştır da senin yanına gelelim.” Fakat İnsanlar arasında büyük-küçük farkını ortadan kaldırmaya ve bütün dünyaya insanların eşit şekilde yaşamalarını sağlamaya gelmiş olan inkılâpçı pey­gamber, bu zengin ve soylu kişilere fakirleri fedâ etmeye yanaşmadı.

Rasûlullah (a.s.) İslâmî Hareket uğruna her türlü fedakârlığı göze al­dı. Kendi devletini, memleketini, milletini, kabilesini, ailesini ve bizzat kendi menfaatlerini hiçe saydı. Rasûlullah (a.s.)’ın kardeşleri ona iman edenlerdi; etmeyenler ile, akraba olsalar dahi, bir alış verişi yoktu.

Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in işte bu tutumu, davranış ve fedakârlıkları herkesin onun etrafında kenetlenmesine sebep oldu. Bütün dünya, Hz. Peygamber (a.s.)’in insanların insan olarak felâh ve refah bul­maları için çalıştığını ve ömrünü tükettiğini anladı. Ve bundan dolayıdır ki her ülkeye ve her millete mensup kişiler davetine “evet” dediler. Eğer Hz. Peygamber (a.s.) sadece kendi ailesi için çalışmış olsaydı, Haşimi ol­mayanlar için davetinde ne cazibe olabilirdi? Eğer Rasûlullah (a.s.) ne ya­pıp yapıp Kureyş’in iktidarını korumak için çaba sarf etmiş olsaydı Ku­reyşli olmayan Araplar bu çalışmaları nasıl tasvip edebilirlerdi? Eğer ga­yesi Arap milletinin üstünlüğünü kurmak olsaydı, Hz. Bilâl (r.a.), Bizans-lar (Rum) Hz. Suheyb (r.a.) ve İranlı Selman (r.a.) onun etrafında niçin toplanırlardı? Gerçek şu ki, herkesin İslâm bayrağı altında toplanmasına sebep olan, her türlü şahsî, ailevî, mahallî ve millî hesap ve menfaatten uzak dindarlıktı, Allah’a ve Hakka tapmaktı.


 


[1] Bu mesele bundan 1400 yıl önceki Arap bedeviler için ne kadar zor ise, bugün tip ilminin son araştırma ve çalışmaları meseleyi daha da güçleştirmiştir. Modern tip ilminin buluşlarına göre erkek ile kadınların evlilik ve cinsel birleşme sırasında milyonlarca sperma (meni) kadının rahmine giriyor ve kadının yumurtalarıyla birleşince hamilelik hadisesi meydana geliyor. Her sperma ve yumurta ayrı ayrı özellikler taşıyor ve bunların birleşme şansı birkaç milyonda birdir. Bir çiftin sperma ve yumurtaları başka bir çiftten de farklıdır. Şimdi, bir erkeğin spermasının bir kadının yu­murtasıyla birleşmesine kim karar veriyor? Ve bunlardan kim belli bir tip insan doğuruyor? Bu hu­susta erkek ile kadın tamamıyla çaresizdirler. Bir doktor veya hekim de duruma müdahale edemez. Bir spermanın bir yumurta ile birleşmesinin sadece bir tesadüf olduğunu söylemekte yanlıştır. Çünkü eğer bu sadece bir tesadüf olsaydı çeşitli milletlerde çeşitli şartlarda bilgin ve dahiler doğ­mazdı. Bu iş öylesine akıllıca oluyor ki “tarih felsefesi” diye bir ilim dalı ortaya çıkmıştır. İnsanlar sadece tesadüf sonucu doğmuş olsalardı bugün “tarih felsefesi” diye bir kavram kalmazdı. Demek ki burada sözü edilen “atılıp dökülen su” (meni sperma) ile yaratılışı gerçekleştiren Bilgin ve Ha­kim Kâdir-i Mutlaktan başkası değildir.

[2] “Tübba”, Himyer kabilesinin hükümdarlarının lâkabıydı. Bunlar M.Ö. 115’de Yemen’e hâkim oldular ve M.S. 300’e kadar hüküm sürdüler. (Tefhîm-ul Kur’ân, C. IV. s. 32).

İlgili Makaleler